“Bir toplumda gerçeklerle yüzleşmekten korkan (gerçeğe karşı tedbirsiz ve gerçeğin verdiği güçten mahrum) insanların sayısının artması o topluma gerçeğin karanlık yüzünü gösterme ihtimalinin artması demektir.” (Sancaktar Tekkılıç)
Allah ın Varlığının İspatı-2
Allah’ı İnkar Eden Tezlerin Çürüklüğü
Bilinmesi gereken bir gerçek; insanlar sizi nasıl kandırır?
Doğru yaşamak adına, bir konu hakkında bir eylemde bulunurken en doğru eylemi gerçekleştirebilmek için o konu hakkındaki tüm bilgileri topluca yorumlamamız gerekir. İşte insanlar sizi bu noktada kandırırlar; size istedikleri eylemi yaptırabilmek için eksik ya da yanlış bilgi verirler. Bu sayede siz konuyu eksik ya da yanlış yorumlayıp eksik ya da yanlış eylemlerde bulunursunuz. Örneğin evrim teorisini destekleyen binlerce kitap bulunabilir ya da yanlış, birbirine zıt görüşleri ispata çalışan bu kadar çok kitabın olmasının nedeni budur. Konu hakkında 10 tane bilgi varsa bu cahil ya da art niyetli insanlar konu hakkında 2 bilgiyi vererek ya da 9 unu doğru 1 ini yanlış vererek bir dünya kitaplar yazar saatlerce bu bilgiler üzerinden yorum yaparlar, bir evrimciyle bütün gün tartışabilirsiniz. Neticede yanlış bilgi eşittir yanlış düşünce ve yaşam tarzını oluşturur. Bu bölümde yorumu size bırakarak konu hakkında en önemli bilgileri özetledik.
Varlık tesadüfen oluşabilir mi?
Ateistler, evrimciler; “Kainatın dünyanın canlılar aleminin tesadüfen oluştuğunu Kaostan düzen var olduğunu” iddia eder. Bu felsefeden; her şeyi maddeye bağlayan, metafiziği ve Allah’ı inkar eden materyalizm inancı doğmuştur. Ateistlerin aksine teistler (yaratıcının varlığını savunanlar) kainatın bilinçli şekilde ince ayarlarla, sanatla yaratıldığını iddia eder. Peki bu iddialar, bu inançlar doğru mudur, tutarlı mıdır? Hangisi ya da hangileri doğrudur?
İnce ayar teorisine ateistlerce getirilen itiraz şudur: Ateistlere göre kainat büyük patlamayla tesadüfen oluştuğu gibi canlılarda tesadüfen oluşan ortama çevre şartlarına göre şekil almış, o çevreye uyumlu olacak şekilde tesadüfen oluşmuştur. Yani yaratılmış bir evren ve o evrene her türlü uyumu sağlayacak şekilde ince ayarla yaratılmış canlılar yoktur. Bilebildiğimiz kadarıyla fizik sabiteleri farklı olsaydı bile başka hayat formları var olabilirdi. Dolayısıyla ince ayar teorisi bütün akıllı yaşam formlarının bizim ki gibi olması gerektiğini varsaymaktadır. Yani bambaşka bir düzen yaşam ortamı olsaydı o düzene göre canlılar olacaktı denilebilir. Fakat bu iddia tutarsızdır çünkü ince ayar bu varsayımla yola çıkmamaktadır. İnce ayara göre belli ince ayarlar yapılmasaydı hiçbirşey olmazdı.
Öylesine bir kainat, dünya ve bu dünyaya uygun uyumlu canlılar oluşmuş değildir, çünkü;
Evrimcilerin ana görüşleri şu: “sınırsız ihtimal içerisinde dünya gibi bir gezegenin ve insan gibi bir canlının tesadüfen oluşması doğaldır.” Bunu savunuyorlar ve “mucizeye gerek yok; zaten kainatta o kadar çok tesadüf ve ihtimal gerçekleşmiş, o kadar çok farklı ihtimalde ve türde gezegen oluşmuştur ki dünya gibi bir gezegenin oluşması da ihtimallerden biriydi ve normaldir” diyorlar. Fakat bu düşünce şu açıdan yanlıştır: Dünyanın düzeni İnsan ve diğer canlılar öyle özelliklerdedir ki herhangi bir ihtimal kapsamında oluşması düşünülemez; şöyle ki tesadüfen oluşmuş bir çok gezegende bir çok doğal oluşuma rastlayabilirsiniz. Fakat bu gezegenlerin hangisinde tesadüfen oluşmuş ve kendiliğinden çalışan bir araba fabrikası görebilirsiniz? İşte insan gibi bir canlının hatta herhangi bir canlının tesadüfen oluşması böylesine akıl yani ihtimal dışıdır. Çünkü bilim adamları yıllardır her türlü doğal varyasyonu deneyerek laboratuarda canlı oluşturamamışlardır. Canlılık çok olduğundan basit gibi görünse de bir mucizedir, çünkü Yaratıcı tarafından bir ruh olmadan canlılık oluşamaz. O sebeple ölüm olayı gerçekleştiği anda insan vücudunda 21 gram azalma olduğu tespit edilmiştir. O nedenle Kuran ı kerimde “…onlar birleşseler bir sinek kanadı bile yaratamazlar” denmiştir.
Ateist Monod ve Dawkins’in ‘şans’ olarak gördüklerinin açıklaması ancak bilinçli bir Kudret’in
tasarımıyla yapılabilmektedir. Evrendeki fizikî oluşumlar çok hassas ayarları içermektedir, modern bilimin bulgularıyla ortaya çıkan bu hassas ayarlara şu 20 örneği verebilirim:
Evren, büyük patlama (big-bang) sonucu oluşmuştur,
1- Evreni meydana getiren patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler ne yıldızlar ne Dünya’mız ne de canlılar oluşurdu. Patlamanın galaksileri, yıldızları, Dünya’mızı ve canlıları oluşturacak şekilde olmasının olasılığı, havaya atılan bir kalemin sivri ucu üstünde durmasının olasılığı kadar bile değildir.
2- BigBang’in patlama anında eğer daha fazla madde olsaydı evren hemen kapanacaktı. Eğer patlama anında madde daha az olsaydı patlama galaksileri oluşturmadan maddeyi dağıtırdı. Görülüyor ki BigBang, hem şiddeti hem madde oranı hem de bunların birbirine göre düzenlenmesiyle bir tasarımın ürünüdür.
3- Evrenin başlangıçtaki homojen yapısı da galaksilerin oluşmasının bir şartıdır. Başlangıç homojenliğindeki ufak bir azalma galaksilerin oluşmasına izin vermeyecek ve tüm maddenin
karadeliklere dönüşmesi sonucunu doğuracaktı. O zaman da biz var olamayacaktık.
4- Evrende entropi sürekli artmaktadır. Bu ise evrendeki başlangıçanında çok düşük entropili bir başlangıcın olması gerektiği anlamını taşır.
5- BigBang’den sonra açığa çıkan protonlar ve anti-protonlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için proton sayısının, anti-protonlardan çok olması gerekiyordu ve öyle olmuştur.
6- Aynı şekilde nötronlar ve anti-nötronlar birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için nötron sayısı, anti-nötronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
7- Elektronlar ve pozitronlar da birbirini yok eder. Canlılığın oluşabilmesi için elektron sayısı, pozitronlardan çok olmalıydı ve öyle olmuştur.
8- Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir.
9- Dünya’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yeryüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.
10- Dünya’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metanoranının artması gibi durumlar yeryüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünya’mızın çekimi daha az
olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.
11- Dünya’mızın çevresindeki manyetik alan da çok özel olarak ayarlanmıştır. Eğer bu manyetik alan daha güçlü olsaydı, Güneş’ten gelen canlılık için yararlı ışınları da engelleyebilirdi. Eğer bu manyetik alan daha zayıf olsaydı, Güneş’ten gelen zararlı ışınlar
yaşamın oluşmasına olanak tanımazdı.
12- Yeryüzünden yansıtılan ışık ile yeryüzüne çarpan ışık da belli bir oranda olmalıdır. Eğer bu oran daha büyük olsaydı yeryüzü buzullarla kaplanırdı. Eğer bu oran daha küçük olsaydı sera
etkisiyle aşırı ısınan yeryüzü yaşama elverişli olmazdı.
13- Yaşam için yerkabuğunun kalınlığı da önemlidir. Yerkabuğu daha kalın olsaydı, atmosferden yerkabuğuna oksijen transferiyle oksijen dengesi bozulurdu. Yerkabuğu daha ince olsaydı yerkabuğunun her yerinden sürekli volkanlar fışkırırdı. Bu ise hemiklimi değiştirir hem de canlılığı yok edebilirdi.
14- Atmosferdeki oksijen miktarı da yaşam için kritik bir değerdedir. Bu değer eğer yüksek olsaydı yeryüzünde sürekli yangınlar çıkardı. Bu değer eğer daha düşük olsaydı solunumyapmak imkânsız olurdu.
15- Atmosferdeki karbondioksit oranı da yaşamı mümkün kılacak bir değerdedir. Karbondioksit daha fazla olsaydı sera etkisi oluşacaktı. Eğer daha az olsaydı bitkilerin fotosentez yapması mümkün olmayacaktı.
16-Dünya’mızdaki ozon miktarı da çok kritik bir değerdedir. Eğer bu değer daha yüksek olsaydı yüzey sıcaklığı çok düşerdi. Eğer bu değer daha düşük olsaydı hem yüzey sıcaklığı çok yükselirdi hem de ültraviyole yaşamı yok edecek şekilde artardı.
17- Atmosferdeki havanın solunabilmesi için havanın belli bir basınçta, akışkanlıkta ve yoğunlukta olması lazımdır. Atmosferin yoğunluğunda ve akışkanlığındaki ufak bir değişiklik nefes almamızın imkânsız olmasına sebep olabilirdi.
18- Tüm canlılar karbon atomunun diğer elementlerle bileşikler yapması sayesinde var olmuşlardır. Karbon, yaşam için gerekli olan bileşikleri ancak dar bir sıcaklık aralığında gerçekleştirebilir. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’nın sıcaklığıyla tam uyumludur. Oysa evrende yıldızların içindeki milyonlarca derece sıcaklıktan mutlak sıfır olan -273 dereceye kadar geniş bir aralık mevcuttur.
19- Kovalent bağlar gibi zayıf bağlar da ancak belli bir sıcaklık aralığında gerçekleşebilirler. Bu sıcaklık aralığı ise Dünya’da varolan sıcaklık aralığı ile tam uyumludur. Zayıf bağlar gerçekleşmese hiçbir canlı var olamazdı.
20- Yaşam için bütün şartları yerine getiren Dünya’mızın, yaratılma zamanı da yaşama tam uygun olarak seçilmiştir. Dünya eğer daha önce yaratılsaydı canlılık için gerekli ağır atomlar (karbon, oksijen gibi) yeterli miktarda bulunmayacaktı. Eğer Dünya’mızın yaratılışı
daha sonraya kalsaydı, Güneş sistemimizi oluşturacak yoğunlukta hammadde kalmamış olacaktı.
“BigBang’in maddeyi homojen ve hassas bir şekilde dağıtacak bir biçimde olması oldukça zordur. Düzensiz bir şekilde olsa sadece kara delikler oluşurdu. Bu olasılık 10 üzeri 10 üzeri 30’da 1 dir.” (Ünlü astrofizikçi ve matematikçi Roger Penrose)
“Evrenin başlangıcının ardından geçen ilk birkaç dakikada açığa çıkanları, gezegenlerin oluşup soğuması esnasında gerçekleşenleri ve hayatın ve bilincin ortaya çıkmasına imkân veren değerleri bir düşünün. Kayalara ve sulara dönüşen bir enerji topundan bilinçli bir dünyaya uzanan bir süreç ve tüm bu oluşumların hayret verici şekilde açığa çıkmasını sağlayan rastlantısal ve tesadüfî reaksiyonlar. Bu şekilde bir düşünce yolunun, bir ateiste bile biraz zorlama geleceğinde kuşku yoktur.”( Gerald L. Schroeder)
“Bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirir. Oysa “BigBang” ta bunun tam tersi meydana gelmiştir.” (DAVIES P.İngiliz Astrofizikçi)
Dünya patlama ve tesadüfler silsilesiyle meydana gelmişse çok kısa sürede olan şeyler çok basit yapıda sanatsız olmaları lazım gelirken Allah’ın yaratmasıyla çok sanatlı ve karmaşık oluyorlar.
Doğa yasaları ve insancı ilke
Canlıların var olması için gerekli olan şartlar sıradan şartlar değildir. Ancak çok çok kritik değerlerin seçilmesi sonucundabütün canlıların ve biz insanların varlığı mümkün olmuştur. 20.
yüzyıldaki bilimsel gelişmeler sayesinde bahsedilen birçok kritik değer açığa çıktı. Canlıların ve insanın var olmasını mümkün kılan bu kritik değerlerin varlığı bilim insanlarının da dikkatini çekti ve bu durum İnsancı İlke (AnthropicPrinciple) olarak isimlendirildi.
İnsancı İlke yaklaşımı, ilk olarak Brandon Carter tarafından 1974’te kullanıldı ve o günden beri bilim, felsefe ve teoloji alanında birçok tartışmaya konu olmaktadır. İnsancı İlke ile hem doğadaki yasaların hem de fizikî dünyadaki oluşumların, insanlığın varlığını mümkün kılacak şekilde kritik değerlere sahip olduğu söylenir. Söz konusu kritik ayarların bir kısmı şu 10 örnekle gösterilebilir:
1- Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton ve elektronun kütleleri mevcut şekilde olmalıdır. Eğer protonun kütlesinin elektronun kütlesine oranı 1836/1 oranında olmasaydı, canlılığı mümkün kılan uzun moleküller oluşamazdı.
2- Protonlar ve elektronlar çok farklı kütlelerine karşın elektrik yükleriyle birbirlerini dengelerler. Eğer bu denge sağlanmasaydı canlılık için gerekli atomlar oluşamayacaktı. Elektronun elektrik yükü biraz farklı olsaydı yıldızlar oluşamazdı.
3- Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.
4- Zayıf nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsaydı, BigBang’de çok fazla hidrojen helyuma dönüşürdü ve canlılık oluşamayacaktı.
5- Elektromanyetik kuvvet daha şiddetli olsaydı kimyasal bağların oluşumunda sorun çıkardı. Eğer daha zayıf olsaydı da kimyasal bağların oluşumu sorunlu olurdu ve canlılık için mutlak gerekli olan karbon ve oksijen atomları yetersiz kalırdı.
6- Çekim kuvveti daha şiddetli olsaydı, tüm yıldızlar bu kuvvetin gücüne direnemeden karadeliklere dönüşürdü. Eğer daha zayıf olsaydı, ağır elementleri oluşturacak yıldızlar oluşamayacaktı. Her iki durumda da canlılık mümkün olamazdı.
7- Hayat için gerekli atomlardan en önemli ikisi karbon ve oksijendir. Bu atomlardan karbonun oksijen atomunun enerji seviyesine olan oranı daha yüksek olsaydı canlılık için gerekli oksijen yetersiz olurdu. Eğer mevcut oran daha düşük olsaydı canlılık için gerekli karbon yetersiz olurdu.
8- Hayat için büyük önemi olan karbon ve oksijen atomları birbirlerinin enerji seviyelerine bağlı oldukları gibi, helyum atomunun enerji seviyesine de bağlıdırlar. Helyumun enerji seviyesi
yüksek olsaydı yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olurdu, eğer helyumun enerji seviyesi düşük olsaydı yine yaşam için gerekli karbon ve oksijen miktarı yetersiz olacaktı.
9- Canlılığın mümkün olabilmesinin şartlarından biri de suyun belirli bir yüzey gerilimine sahip olmasıdır. Bitkilerin suyu topraktan emmeleri ve en üst noktalarına kadar iletebilmeleri bu
gerilimin tasarlanmış olması sayesindedir. Bu gerilim daha farklı olsaydı ne bitkilerden ne de diğer canlılardan söz edebilirdik.
10- Zayıf nükleer kuvvet, güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvet ve yerçekimi kuvvetinin belli hassas ayarlamalar gözetilerek yaratılmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre uygun şekilde de yaratılmaları gerekmektedir. Bu hem galaksilerin ve yıldızların hemde tüm canlıların var olabilmesi için gerekli çok hassas bir dengedir. Bu hassas dengeye şöyle bir örnek verilebilir: Çekim kuvvetinin elektromanyetik kuvvete oranı sırf 1040’da 1 oranında bile değişseydi, yıldızların oluşumundaki olumsuzluklar canlılığın oluşumuna izin vermeyecek seviyede olurdu.
Bir iddia da şudur: süper sicim teorisine göre (bilimsel açıklamaları geçiyorum) bir evren üreteci o kadar çok evren ürettiği için akıllı yaşamın meydana gelmesi için ince ayarlanmış bir evreni sırf şans eseri bir şekilde eninde sonunda üretecektir. Fakat eldeki verilere göre süper sicim teorisi yani çok evrenler üreteci olsa bile; arka plan yasaları ve ilkeleriyle onun hayata izin veren evrenlerin üretilmesi için yasaların ve alanların doğru bir kombinasyonuna sahip, indirgenemez şekilde karmaşık bir sistem olduğu söylenebilirdi. Yani çok evrenler hipotezi (ince ayarla yaratılışı) meseleyi sadece bir üst basamağa taşır.
Kuantum fiziği de hiçbir zaman yokluktan bir şey üretmemektedir. Aslında kuantum teorisi parçacıkların değişimine dayanan bir kütle çekimsel teori ortaya koyma gayesi güder.
Buraya kadar materyalistlerin iddia ettikleri gibi her şeyin öylesine tesadüfen oluşmuş madde olmadığını, ince ayarlı (big-bang) planlı yaratılış olmasa, maddenin bile var olamayacağını gördük. Buradan sonra gene materyalistlerin iddia ettikleri gibi canlıların, özellikle insan bilincinin tesadüfen oluşmuş maddeden ibaret olmadığını açıklayacağız. Canlıların tesadüfen ya da Allah’ın iradesi dışında bir şekilde oluştuğunu ileri süren akım evrim teorisidir. Bu teori ortaya atıldığında insanlar doğal olarak ikiye bölündü: yaratılışçılar ve evrimciler. Çünkü sonuç arayan insanoğluna göre Allah ya vardı ya da yoktu. İkisi arasında farklı düşünceleri kabul edenlerde vardı. Allah’ın ilk hücreyi yaratıp gerisini evrime bıraktığı vs. gibi.
Darwin’in yazdığı ve teoriyi ortaya attığı ilk kitabı: Türlerin Kökeni’nden sonra tartışmalar başladı. Bilimsel verilere göre yaratılışçılığın olması gerektiğini savunan bilim adamları Darwin’e cevap olarak; var olan mekanizmaların örneğin bir saatin ustasız olamayacağını savundular. Dawkins’in 1986’da yayınladığı “Kör Saatçi” kitabıyla evrimciler hayatın tesadüfen oluştuğunu ispat ettiklerini zannederek kendilerince zafer kazandılar. Michail Behe’nin 1996’da yayınladığı “Darwin’in Kara Kutusu” adlı eserle ise evrimcilerin zaferi sona erdi. Evrim; bazı bilim adamlarının deneylerinden önce önkabul olarak varsaydığı, bazı insanların ise din düşmanlıklarına kılıf olarak kabullendiği bir inanç olarak kaldı.
Richard Dawkins; evrimin tesadüf eseri değil. Sonsuz olasılık içerisinden mümkün olan tek seçilim ile (aslında tesadüfçülüğün yandan yemiş versiyonuyla) sürdüğünü anlatır. Ama canlıların bir şekilde bu olasılıkla meydana geldiğini kabul etsek bile, bu etken, bu mümkünlük nerden gelmiştir, neden ve nasıl oluşmuştur açıklayabilen yoktur. Michail Behe ise ona karşı ince ayar, indirgenemez komplekslilik teorilerini öne sürmüştür. Bu bölümde çoğunlukla bu iki bilim adamı üzerinden iki düşünceyi karşılaştıracağız.
Ortak atadan değişme yoluyla “evrim teorisi”
Darwinci Evrim Teorisi; en önemli mekanizması ‘doğal seleksiyon’ olan, bütün canlıların, geçmişte yaşamış ‘ortak birata’dan (commonancestor) değişerek geldiklerini söyleyen ve onları ‘ortak bir soy’ (commondescent) yoluyla bağlayan bir teoridir. Türlerin birbirinden değiştikleri kabul edildikten sonra tüm türlerin, cinslerin, familyaların ‘ortak bir ata’dan geldiği sonucuna varılmıştır. Ama unutulmamalıdır ki Lamarck’ın Evrim Teorisi’ne göre türler ortak bir atayla birbirlerine bağlanmamışlardır. Bu fikre, ilk olarak, yanlışlığını göstermek için de olsa, Buffon’da rastlanır. Daha sonra Charles Darwin’in dedesi (Erasmus Darwin)de de benzer fikirler vardır. Ama ‘ortak soy’ yoluyla türlerin hepsinin birbirine bağlanması görüşü ancak Darwin tarafından detaylıca savunulmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Darwin, ‘Türlerin Kökeni’ kitabının birçok yerinde, ‘ortak soy’ yoluyla türlerin bağlanmasından söz etmektedir. Fakat özellikle altıncı ve onuncu bölümden on üçüncü bölümün sonuna kadar olan kısım bu konuyla ilgilidir. Kitabın en son cümlesi ise “Yaratıcı’nın meydana getirdiği bir veya birkaç basit canlı formundan diğerlerinin evrimleşmiş olduğunu öngören bir hayat görüşünde yücelik olduğu” ifadesiyle biter. Darwin anılan eserinin 1859’daki ilk baskısının bitiriş cümlesinde ‘Yaratıcı’ ifadesine yer vermemişti, 1860’takiikinci baskıda ‘Yaratıcı’ ifadesine yer verdi. Diğer yandan 1871 yılında yazdığı bir mektubunda, sıcak su birikintilerinde güneş ışığının etkisiyle ilk canlıların oluşmuş olabileceğini söyleyerek, ilk canlının oluşumu için mekanik bir süreç öngörür. Darwin hayattayken1861’de üçüncü, 1866’da dördüncü, 1869’da beşinci ve 1872’de altıncı ve son baskıyı yaptı; Darwin’in tüm baskıları boyunca kitabında düzeltmeleri sürdü, fakat 1860’ta yaptığı değişikliği hep muhafaza etti. Böylece Darwin, ‘evrimsiz doğrudan yaratılışı’ sadece ‘ilk ortak ata’yla sınırlı tuttu, diğer canlıların bu ‘ortak ata’dan evrimleştiğini söyledi. Tanrı’nın evrene hiçbir müdahalesine inanmadığını savunanların sistemine göre, bu ilk canlının da Tanrı’nın doğrudan yaratışı olarak görülmemesi; onun, cansız maddeden, ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla oluştuğunu kabul etmek gerekmektedir. Darwin’in görüşü her ne olursa olsun, ateist Darwinciler ilk ortak atanın ‘kendiliğinden türeme’ yoluyla, cansız maddeden tesadüfen oluştuğuna ve bu canlı formdan diğer tüm canlıların evrimleştiğine inanırlar. Yani evrim, bu bakış açısına göre, kendiliğinden türeyen ilk canlının nesiller boyu farklılaşmasıdır; kısacası bütün türleri, cinsleri, familyaları, takımları, sınıfları, filumları ve âlemleri ile canlıların var oluşunun açıklaması budur.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
Hücre yapılamaz, kendiliğinden var olamaz;
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930’lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
“Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.” (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), sf.196)
Oparin’in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. (“New Evidence on Evolution of Early Atmosphereand Life”, Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, sf. 1328- 1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, sf. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü’nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
“Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?” (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, sf. 40)
Her canlı proteinlerden oluşur, proteinsiz bir canlı düşünülemez. En basit bakterilerde bile binlerce protein vardır. Biz tek bir proteini alıp, bu proteinin tesadüfen oluşmasının olasılığını incelersek, canlılardaki mikro dünyanın sırf bu unsurunun bile bilinçli tasarımı ispatlamaya yeterli olduğunu görürüz. Örnek olarak vücudumuzdaki proteinlerin en fazla bilinenlerinden biri olan hemoglobini ele alalım. Bilindiği gibi hemoglobin, kan hücrelerinde oksijen taşıma vazifesini görür. Bir insanda 60 octillion (60.000.000.000.000.000.000) civarında hemoglobin proteini bulunur. Hemoglobin 574 tane amino asidin arka arkaya gelmesi sonucunda oluşur. İnsan vücudunda 20 tane farklı amino asit kullanılır. Bu amino asitlerin her biri tam doğru yerde olmalıdır. Örneğin “orak hücre kansızlığı” denen öldürücü hastalık, hemoglobin proteininin sadece tek bir amino asidinin doğru yerde olmamasından kaynaklanmaktadır. Bir hemoglobin proteinin sırf amino asitlerinin belli bir dizilimde olmasının olasılığı şu şekilde gösterilebilir:
Bir amino asidin doğru yerde olma olasılığı: 1/20- İki amino asidin doğru dizilme olasılığı: 1/20 x 1/20- Üç amino asidin doğru dizilme olasılığı: 1/20 x 1/20 x 1/20- 574 amino asidin (hemoglobin) doğru dizilme olasılığı: 1/20 üzeri 574
Ayrıca bu işlemde amino asitlerin oluşma olasılığı, bir proteindeki amino asitlerin solelli olmasının olasılığı, proteinin üç boyutlu katlanmasının olasılığı göz ardı edilip hiç hesaba katılmamıştır. Bir proteinin, D.N.A.’da kodlanışının olasılığı hesaplansaydı, amino asit dizilimi olasılığından elde edilen daha inanılmaz bir sonuçla karşı karşıya gelinirdi. Evrenin tüm parçacıklarının, evrenin tüm zamanında oluşturmaya güç yetiremeyeceği bir molekülün (hemoglobinin) bilinçli bir tasarım olmasaydı var olamayacağı açıktır.
Bir insanda altmış tirilyon hücre ve bir hücrede bir milyona yakın protein vardır. Bir proteinin tesadüfen meydana gelebilmesi için, 10 rakamının arkasında 160 sıfır ile ifâde edilen ihtimal gereklidir. Ardından bu proteinlerin tesadüfen birleşerek bir tane hücrenin meydana gelmesi ise imkansız değil olanaksızdır. Çünkü insan iradesiyle bile hareket edebilen, solunum, boşaltım, sindirim yapabilen bir canlının yapılması imkansızdır ve olmamıştır yapılamamıştır da. Ardından bu hücrelerin organize çalışan bir dokuya, ardından bu dokuların gene aralarında organize çalışan organa, gene bu organların birleşerek gene aralarından organize çalışarak bir insan meydana getirmesi, tüm bunlardan öte kendi iç mekanizmasından habersiz insan bilincinin meydana gelmesi ancak çok sonsuz bir gücün Allah’ın iradesiyle olabilir.
Avrupa ve Rusya yıllardır laboratuarlar da canlı üretmeye çalışmışlar ama zerre kadar bir canlı üretmeye muvaffak olamamışlardır. Kesin kez görmüşler ve zamanın medyasında itiraf etmişler dir ki: “Bir insan canlı üretemez eliyle bir hücre bile yapamaz”
Her şey birer yaratıktır. Yaratıklar yaratıcı olamaz. En akıllı yaratık olan insan bile hiçbir şey yaratamaz. İnsanın yaptığı en fazla yaratılmış olanın şeklini ve konumunu değiştirmektir. Bir yaratık olan tabiat nasıl insan ve kendi gibi bir mucizeyi, olmayan aklıyla yaratabilir?
“Bugün yoktan hücre ürettiğini bildiren Ekip çözümü, sentezlenmiş küçük DNA parçalarını, yerleştirdikleri ayrı ayrı bakteri hücrelerinde birleştirdikten sonra maya hücresine alarak, orada bir araya getirmekte bulmuş. Craigventer adlı bilim adamına çevresindekiler: “Tanrı’yı oynama” demişler. “Araştırmacılara göre bu buluş ileride yeni yakıt çeşitleri üretilmesi, kirlenmiş suyu arıtmanın daha iyi yollarının bulunması, daha hızlı aşı üretimi gibi son derece hayati başka buluşlara yol açmak yolunda umut veriyor.” Görüldüğü gibi insan yoktan bir canlı hücre bile yaratamaz sadece hücre parçalarını birleştirerek frankeyştaynvari bir hücre oluşturabilirler. Organ nakli gibi şeyler yaparlar.
Hac-73 – Ey insanlar! İşte size bir misal veriliyor, ona iyi kulak verin: Sizin Allah’tan başka yalvardığınız bütün sahte tanrılar güç birliği yapsalar da, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapsa, onu dahi kurtarıp geri alamazlar. İsteyen de, kendinden istenilen de, kaçan da kovalayan da ne kadar güçsüz!
Evrim ne diyor, bilim ne diyor?
Dünyaca ünlü Biyokimya Profesörü Michael J. Behe’nin son yıllarda yaptığı çalışmalar materyalist çevrelerde paniğe yol açtı. “Bilinçli tasarım” akımının öncüsü olan Behe, tüm dünyada ateist çevrelerin iddialarını çürütürken, yaratılışçı bilim çevrelerine de ışık tutuyor. Behe 1996 yılında yayınladığı “Darwin’in kara kutusu” kitabı, oldukça ses getirdi. “NationalReview” dergisi tarafından en önemli 100 kitaptan birisi olarak değerlendirildi. Bu kadar etkili olacak yeni bilgiler bu kitapta bulunuyordu. Behe ye röportaj da soruldu: Kitabınızın adı neden “Darwin’in Kara Kutusu”?
“Kara kutu” bilimsel dilde kullanılan bir terim. Bir işlem yapan bir makine, bir sistem ya da bir alet düşünün. Bunların bazı özellikleri vardır. Eğer bu aracın çalışma prensibini bilmiyor ve incelemediyseniz, onun çalışma şekli sizin için bir gizemdir. Bu araçların içini göremezsiniz, onları kavrayamazsınız. Bu işte bir kara kutudur. Darwin ve onun çağdaşları için de hücre bir kara kutuydu. Dönemin teknik imkanları canlı hücresinin iç yapısını incelemeye imkan sağlamıyordu. Darwin’in sahip olduğu mikroskoplar hücrelerin sadece dış hatlarını gösterebilecek özelliğe sahipti. O dönemde yaşayan bilim adamları hücreyi sadece jöle dolu bir balona benzetiyorlardı. O günden günümüze bilim çok farklı gerçekleri ortaya koydu. Şimdi artık canlı hücresinin çok farklı özelliklerini biliyoruz. Hücrelerin jöle dolu bir balon olmadığını, protein ve nükleik asitlerden oluşan kompleks sistemlere sahip olduğunu ve küçültülmüş makinelere benzeyen organellere sahip olduğunu biliyoruz. Üstelik bu parçalar indirgenemez komplekslik özelliğine sahip olduğunu görüyoruz. İşte ben, Darwin’in göremediği ve bu kara kutuyu kitabımda açtım. Bu aslında sadece Darwin’in de kara kutusu değil, tüm evrim iddiasının kara kutusudur.
İlk canlının ortaya çıkışı
Önceki sayfalarda yapılan olasılık hesaplarının sadece tek bir protein ile ilgili olduğu unutulmamalıdır. Oysa E. coli gibi çok basit bir tek hücreli canlıda bile 4289 tane protein vardır. Evrim Teorisi’nin, bütün canlıların atası olarak öngördüğü ‘hayali en basit canlı organizma’nın yaşaması için gerekli asgari protein sayısı üzerine yapılan son kuramsal ve deneysel çalışmalar, bu sayının 250-400 arasında olduğunu göstermektedir.
Biyoloji profesörü Michael Behe, ‘indirgenemez kompleks’ (irreduciblecomplex) sistemi şöyle tarif eder: “Temel bir işleve katkıda bulunan, hayli uyumlu, etkileşim içinde olan parçalardan oluşmuş ve herhangi bir parçanın çıkarılması durumunda sistemin işlevinin fiilen sona erdiği bir sistemdir. Daha genel bir ifadeyle ‘indirgenemez kompleks’ bir sistem, birbirleriyle etkileşim içinde olan ve herhangi birinin çıkarılması durumunda sistemin artık çalışmayacağı öğelerden oluşan sistemdir.” ‘İndirgenemez komplekslik’ ile bir sistemin varlığı için birçok aşamanın her birinin mutlaka gerçekleşmesi gerektiği ve bunlarda eksiltmenin mümkün olmadığı ortaya konduğu için; olasılık hesaplaması yapılırken her bir olasılık birbirleriyle çarpılır.
‘İndirgenemez kompleks’ (irreduciblecomplexity) yapılar vardır ki; bu yapılar, Darwin’in ve Dawkins’in zannının aksine ‘küçük değişimlerin birikmesiyle’ oluşamayacak yapıların bulunduğunu ve bir proteinin oluşumundan çok daha büyük olasılık sorunlarıyla yüz yüze olunduğunu gösterir. İndirgenemez kompleks sistemlere mikroskobik seviyeden bile birçok örnek verilebilir; bunlardan biri tek hücreli canlıların yüzmek için kullandıkları tüycüklerdir (thecilium). Bu tüycükler, küreklerin tekneyi hareket ettirmesi gibi, sıvının içinde hücreyi hareket ettirirler. Bu yapıların kompleks detaylarını öğrenmek elektron mikroskobunun bulunmasıyla mümkün olmuştur. Tüycüklerin hareketi için mutlaka mikrotüplerin olması gerekir. Tüycüklerin mikrotüplerinin, sabit ve hareketsiz kalmamaları için bir motora da gereksinimleri vardır. Ayrıca, komşu liflerin hareketi için bağlayıcılara ihtiyaç duyarlar. Bir tüycük diklemesine kesildiğinde ve kesilen kısım elektron mikroskobunda incelendiğinde, çubuk şeklinde 9 ayrı yapı göze çarpar. Bunlar mikrotüplerdir ve 9 mikrotüpten her birinin iç içe geçmiş iki halkadan oluştuğu görülür; tek bir halka 13 tane ayrı telden oluşur, birincisine bağlanan diğer halka ise 10 telden meydana gelmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse, bir tüycüğü oluşturan 9 mikrotüp, 13 ayrı halkadan oluşan ve her biri 10 telden meydana gelen yapıların birleşimidir. Tüycükler kayan ipçiklerin oluşturduğu bir mekanizmayla çalışır ve dynein proteini motor işlevini üstlenir. Neksin proteini sayesinde ise kayma sırasında ayrılma önlenir. Tüycükteki detayların her biri olağanüstü komplekstir ve herhangi bir detayın eksikliği tüycüklerin hareketini imkânsız kılar. Tüycüklerin organizasyonunun karmaşıklığının 200 tane farklı protein içermesi mikroskobik seviyedeki kompleksliği göstermesi açısından önemlidir. Olasılık açısından bu kadar çok proteinin ve
böylesi bir organizasyonun bir kerede çıktığını söylemek mümkün değildir. Diğer yandan bu sistemin bir vidasının eksik olması, sistemin tümünü geçersiz kılacak niteliktedir.
Elbette başta indirgenemez kompleks bir sistem olarak gözüken bir yapının, daha sonra bazı eksiltmelerle de bir şekilde fonksiyonunu görebileceği anlaşılabilir. Örneğin tüycüklerin mevcut 200 proteinli yapılarının aslında 150 proteinle de çalışabileceklerini göstermek belki mümkün olabilir. Fakat her ne yapılırsa yapılsın, tüycüklerin sahip olduğu fonksiyonların ancak birçok proteinle sağlanabileceği ve bu yapının indirgenemez kompleks bir boyutu olduğu bellidir.
Yaratılış hakkında Amerikalı Astrofizikçi olan Hugh ROŞŞ’un sözünü aktarmak istiyorum. “Yaşayan organizmaların kompleks ve düzenli konfigurasyonun tek açıklaması, akıllı ve üstün bir yaratıcının şahsen bunu oluşturmasıdır.” diyor. (The Fıngerprint Of God) Evet; Her akli selim sahibi, aklını kullanarak esere bakıp müessirini, binaya bakıp banisini, yaratılmışlara bakıp yaratıcısını keşfedebilir.
Sadece bir “Hücrenin” var olabilmesi için; Çok büyük bir bilge, son derece usta bir tasarım, büyük ve yüce bir akıl ve bilinç gereklidir. Bugün 21.yüzyılda sahip olunan bilgi ve teknoloji birikimi ile, zeki ve tecrübeli, bilinçli bilim adamları bir araya gelerek, rastlantılara yer vermeden, istenmeyen durumları eleyerek çalışabildikleri halde, en basit bir bakteri hücresini dahi” cansız maddeleri sentezleyerek” üretememişlerdir. 1-Tüm bu elverişli koşullara rağmen üretilemeyen hücre acaba son derece elverişsiz ve sadece tesadüflerden nasıl oluşmuştur.? 2-Her türlü teknolojiye sahip gelişmiş laboratuarlarda, artı insan iradesiyle bugüne kadar, tek bir hücre üretilememişken, ilkel dünya ortamında bu hücre kendi kendine tesadüfen nasıl var oldu? 3-Bir hücrenin inşası için gerekli olan binlerce farklı protein, tek bir tanesinin tesadüfen oluşması bile matematiksel olarak imkansızken nasıl meydana geldi? 4-Hücre içindeki kompleks sistemler tesadüfen nasıl meydana gelmiştir? 5-Cansız ve bilinçsiz atomlar nasıl olup ta, bir araya gelerek, canlı ve şuurlu organizmaları meydana getirmişlerdir? 6-Hiç canlı ve bilinç sahibi olmayan atomlardan, canlı, şuurlu, düşünen, hisseden, zevk alan, üreten, icatlar yapan insan nasıl oluşmuştur? Bütün canlılar, milyarlarca hücrenin baş başa vermesinden teşekkül eden milyonlarca dokunun belirli bir düzenle bir araya gelmesiyle vücut bulmaktadır. Onları bir araya getirmeye zorlayan veya reaksiyona geçebilecek duruma getiren ana etmen nedir?
Nasıl olur? Neden durduk yere çeşitli element ve organik maddeler bir araya toplanarak; hücreleri, dokuları, organları sonra bu organlarda birleşip insan denen; her şeyi sorgulayan ve idare eden böyle muntazam ve kusursuz varlığı, yani dünyanın odak noktasını (halifesini) oluşturdu? Tüm canlılar hatta en basit bir hücre bile; beslenme, hareket, büyüme, üreme, solunum, boşaltım, sindirim, sentez… özelliğine sahiptir. En basit bir hücre düşünün. Bu hücre için; şu kadar sayıda, şu şekilde, şu maddeler bir araya gelecek sonra o maddeler sistemli ve düzenli bir şekilde en ufak bir şaşırmaya yer vermeden birleşecek bir bütün olan, beraber iş yapan organizmalara sahip olan hücreyi oluşturacak. Sonra bu hücreler aynı sistemli ve düzenli bir şekilde en ufak bir şaşırmaya yer vermeden birleşecek dokuları organları insanı hayvanı meydana getirsin.
Hadi diyelim ki ilk canlı ya da canlılar bir şekilde oluştu, peki bu kadar canlı çeşitliliği ve kusursuz canlılar, organlar, birbirleri arasındaki uyum vs. nasıl meydana geldi? İlk canlının oluştuğunu varsayıp evrimcileri kem küm etmekten kurtarıyoruz ve evrimin hayali mekanizmalarını irdelemeye devam ediyoruz;
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Mutasyonlarla evrim;
Mutasyon vardır. Fakat bu evrime delil değildir, yaratılış delilidir. Çünkü mutasyonun varlık nedeni (hikmeti); canlıların bulundukları ortama uyum sağlamaları, rahat yaşamaları, yaşamlarını devam ettirebilmeleri içindir, rahmettir. Mutasyon da başka bir amaç tespit edilememiştir.
Evrimleşme için mutasyonla canlıların değişmesi lazımdır. Ama bir hücrede, mutasyonun meydana gelme olasılığı, milyonda birdir: Hücrede, çok karmaşık kontrol mekanizmaları vardır. Bu kontrol mekanizmaları sayesinde, DNA üzerinde meydana gelen herhangi bir hatalı nükleotid dizisi, süratle tamir edilir. Hücredeki olağanüstü denetim enzimleri, göz önünde bulundurulduğunda; mutasyonların meydana gelme olasılığı, trilyonda bire düşer. Fiziksel, kimyasal veyahut biyolojik etkiler sonucunda, yine de bir mutasyon meydana gelirse; bu mutasyonun, DNA üzerindeki nükleotid dizilerinin, hangisi üzerinde meydana geldiğini kestirmek olanaksızdır. Yani, mutasyonların, nükleotidler üzerindeki etkisi, bilime göre tesadüfidir. Yeni genetik bilgi üretemezler.
Darwin’in yaklaşımındaki en temel özelliklerden biri, küçük değişimlerin (mikro mutasyonların) birikmesi sonucunda büyük değişimlerin gerçekleştiğini savunmasıdır. Bu yaklaşıma göre bir türden diğer bir türe geçiş çok uzun zaman dilimlerine yayılır; türler arasındaki geçiş formlarını gözlemleyemeyişimizin sebebi ise doğal seleksiyonun bunları elemiş olmasıdır. Fakat DNA’nın keşfedilmesi, bu molekülün çok hassas yapısının büyük değişimleri kaldıramayacağını göstermiştir.
Bakteriler, en çabuk üreyen hayat formudur. Tüm hayat formlarının, % 75’ini oluşturmaktadırlar. İddiaya göre, yaklaşık üç milyar yıllık bir ömre sahiptirler. Kontrol altında tutulmadıkları takdirde; 36 saat içinde tüm dünyayı neredeyse diz boyu kaplayabilirler. Hayatın tüm diğer formlarından daha fazla mutasyon üretirler. Ancak bugüne kadar bakteriler, bakteri türünden başka hiçbir şey üretmemişlerdir.
Türlerin, kendi özlerine bu kadar inanılmaz bir şekilde sarıldıkları konusunda hâlâ şüphesi olanlar, o küçücük meyve sineği üzerinde yapılan deneylere baksınlar. Bu deneyler, birçok saygın bilim adamını, dönüşümün değil, dengenin (kararlılığın) bir genel tabiat kanunu olduğuna, ikna eden veriler ortaya koymaktadır. Meyve sineği, gebelik süresi çok kısa (12 gün) olduğu için, uzun yıllardır mutasyon deneylerinin gözde deneği olmuştur. Bu deneylerde; sineğin mutasyon oranını 15.000 kez artırmak için röntgen kullanılmıştır. Bilim adamları, her şeyi hesaba katarak; meyve sineğinin, evrim sürecini kolaylaştırmışlar ve onun normal şartlarda, milyonlarca yılda gerçekleştirebileceği mutasyon ve evrime eşdeğer bir ortam oluşturmuşlardır. Mutasyonun bu kadar hızlandırılmasına rağmen; bilim adamları yine meyve sineğinden başka bir şey elde edememişlerdir. Daha önemlisi, meyve sineği, bunca mutasyon deneylerine rağmen, belli sınırların ötesinde bir değişim göstermemiştir.
Göz, fevkalade karmaşık bir sisteme sahiptir. Göz parçaları arasında, mükemmel bir eşzamanlılık vardır. R. L. Wysong, gözü bakın nasıl tasvir ediyor: “Göz küresini barındırmak için önce mutasyonla iki adet kemik çukuru oluşmalı. Gözü beslemek için uygun mutasyon geçirmiş damar ve sinirleri kapsayabilmek için kemiğin uygun oyukları olmalı. Göz küresinin çeşitli katmanları; lifli kapak, gözakı, ışığa duyarlı retina tabakası ile birlikte bir düzen içinde oluşturulmalı. İnce dallar ve koni biçiminde özel nöronlar, iki kutuplu nöronlar, uzun nöronlardan oluşan retina ve göz sinirine uygun bir şekilde bağlanmalı. Bu göz siniri de, yine uygun bir şekilde, mutasyon geçirmiş olan beyindeki görme merkezine bağlanmalı. Bu görme merkezi de, yine uygun şekilde, beynin merkezindeki gri bir madde olan, beyin sapına ve belkemiği kordonuna bağlanmalıdır ki; duyu hissi ve hayat kurtaran refleks kabiliyeti oluşabilsin. “DNA’da gerçekleşen rasgele yeni düzenlemeler, aynı zamanda göz merceğini, cam gibi ve sulu bir yapıyı, saydamlığı, renkleri, kirpiksi yapıyı, aşıcı kas bağlarını, bezeleri, buruna açılan kanalları, göz hareketi için gerekli düz ve eğri kasları, göz kapaklarını, kaşları ve kirpikleri oluşturmalı. Bütün bu yeni mutasyonlu yapılar, mükemmel bir şekilde, tüm diğer sistemlerle bütünleştirilip, dengelenmeli ve sonra da görme işi gerçekleştirilmeli.”
Evrimcilere göre; basit görmeyle alakası olmayan bir hücre gelişip büyüyerek amaçsız ve kör mutasyonlar geçirerek mükemmel bir organı oluşturdu, hem de bu organ canlı vücudunda kendine bir oyuk açarak 2 tane muntazam ve simetrik şekilde var oluyor ve canlıyla beyin arasında bağlantı kuruyor. Olmazsa olmazımız göz kapağı, gözyaşı bezleri cabası. Atomlar nasıl aminoasit oluyor protein oluyor, bunlar nasıl akıl edip, birleşerek iş bölümü yaparak hücreyi sonra göz gibi bir algılayıcıyı var ediyorlar? Cansız madde görmeyi nasıl istiyor, görme fiilini nerden biliyor, görmeye nasıl meylediyor (o yönde plan proje yapıyor) nasıl görecek şekilde kendi kendini inşa ediyor…?
Mutasyonların var olan kompleks düzeni asla değiştirmediği değiştirse de ufak değişiklikler olduğu, ortama uyum sağlamak için olduğunu, gelecek nesillere aktarılamadığı ispatlandı. Fakat Dawkins’e göre genler kendi deyimiyle; çılgın bir pire gibi sürekli değişmektedir. Dawkins’in programında; hedef dizi(cümle)nin ortaya çıkan doğru harflerini koruyor ve sadece yanlış harfleri yeniden seçmeye tabi tutuyor. Doğa, adeta ortaya çıkan iyi genleri biliyor ve onu değiştirmeyerek tutuyor yahut seçiyor. Hedef dizinin(gen dizisinin) tutmayan harfini(genini) ise tutturuncaya kadar değiştiriyor (deniyor). Yani, doğa bilinçli hareket ediyor. Geni adeta inceleyip, iyisini seçiyor ve nesillere aktarıyor.
Doğal seleksiyon yeterli açıklama değildir;
Doğal seleksiyon ile neden işe yarayan bir proteine sahip bir canlının yaşam mücadelesinde avantaj sağladığı ve doğal seleksiyona uğramadığı açıklanabilir. Fakat bu proteinin, canlının
bedeninde nasıl oluştuğu veya bu canlının nasıl meydana geldiği doğal seleksiyonla açıklanamaz. Protein tam olarak oluşmadan işe yaramaz ve avantaj sağlamaz; bu yüzden Dawkins’in olasılık hesaplarında yaptığı şimdi bahsedeceğim aldatmacadaki gibi, proteinlerin oluşumuna doğal seleksiyonun müdahalesi mümkün değildir. Her harfin bir amino aside karşılık geldiğini düşünerek, bir proteinin bir kısmının kodunun şöyle olduğunu düşünün: “METHINKS IT IS LIKE A WEASEL.” Bu cümle aslında Dawkins’in kullandığı örnek cümledir ve o da bunu Shakespeare’in bir oyunundan alıntılamıştır, anlamı ise “BENCE BİR GELİNCİĞE BENZİYOR” şeklindedir. Dawkins, maymunun tuşlara rastgele bastığında bu cümleyi yazma olasılığını sorgulamaktadır. Tuşlara rastgele basıldığında bir harfin doğru yerde olma olasılığının 1/30 olup, 28 harfli bir dizi için bunun(1/30)28 olduğunu ve bunun gelişigüzel bir şekilde oluşmasının imkânsızlığını kabul etmektedir. Daha sonra ise maymunun rastgele tuşlara basarak bir tümce oluşturduğunu ve bu tümcenin yavruladığını (canlıların çoğalmasına benzetme yaparak) düşünmemizi ve bilgisayarın yavrulardan hedefe en çok benzeyenini sürekli seçmesini ister. Böyle bir düzenekle hedefe 40 küsur denemede ulaşacağımızı söyler. Dawkins haklıdır, böyle bir düzenekle hedefe 40 küsur defada ulaşırız, ama proteinlerin oluşumu için bu benzetmeyi kullanması yanlıştır. Verdiği örnekte bilgisayar hedef diziyi bilir ve her sırada hedef harf gelince, o harfi yerinde durdurur. Oysa hedefi bilmek ve doğru bulununca durdurmak; hedefi bilerek yapılan bir eylemdir. Proteinlerin rastgele oluşumlar olduğunu söyleyen birinin, hedefin bilinmesini işin içine karıştırmaması gerekir.
Dawkins’in örneğindeki aldatmacayı şöyle bir benzetmeyle anlatabilirim: Biri size 50 basamaklı bir sayıdan oluşan kasadaki şifreyi, hiçbir hile yapmadan rastgele denemelerle günlerce uğraşarak açamayacağınızı söylüyor. Dawkins diye biri ise rastgele denemelerle kasayı açabileceğinizi; her bir basamakla ilgili doğru sayıyı girdiğinizde bir kırmızı ışık yanarsa, 200-300 denemede kasayı açacağınızı söylüyor. Oysa her basamak doğru girildiğinde kırmızı ışık yansa, hiçbir şifre hiçbir kasayı koruyamazdı; bahsedilen kasa ancak tüm basamakların (tek seferde) doğru girilmesiyle açılabilir. Dawkins, doğal seleksiyonu bilinçli bir güç gibi sunmaya çalışmakta, doğru basamağa doğru harf gelince (kendi Shakespeare’ den aldığı örnekte) veya doğru sayı doğru yere gelince (benim kasa örneğimde) onu durduran güçlerle doğal seleksiyon arasında benzerlik kurmaktadır.
Darwin’in teorisini geçersiz kılan nokta, teorinin “evrim mekanizmaları” olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen “doğal seleksiyon” mekanizmasına bağlamıştı.
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin’de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, TheOrigin of Species: A Facsimile of theFirstEdition, Harvard UniversityPress, 1964, sf. 189)
Hayvan davranışlarını ‘içgüdü’ diye nitelemek sadece konuya bir başlık atmaktır, ‘içgüdü’ diye nitelenen davranışların nasıl oluştuğu ile ilgili muammalar hâlâ çözülebilmiş değildir, atılan başlığın altı önemli ölçüde boştur. Türün, mikro seviyedeki bir ihtiyacı için gerekli olan tek bir proteinin bile ne kadar kompleks olduğunu tekrar hatırlarsak, türün birçok organını kullanıp belirli işleri gerçekleştirdiği davranışlarının genetikteki kodunun çok daha kompleks olması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz.
Natüralist-evrimci yaklaşımı savunanlar özgeci davranışları iki şekilde açıklayarak bu sorunu çözmeye çalışırlar. İlk olarak özgeci davranışlar karşılıklılık ilkesiyle açıklanır, buna ‘karşılıklı özgecilik’(reciprocalaltruism) denir. Bunun bir örneği, maymunların birbirlerinin sırtlarındaki parazitleri temizlemesidir; maymunların biri diğerinin sırtındaki parazitleri temizleyerek özgeci bir davranışta bulunur, ama bunun karşılığında kendisine aynısının yapılmasını bekler. Sonuçta bu davranışlarda gerçek anlamda bir fedakârlık olmadığı; rekabetçi, doğal seleksiyoncu yaklaşıma aykırı bir unsur olmadığı söylenir. Canlılar dünyasında kendi yaşamını feda etmeye varan davranışlar ‘karşılıklı özgecilik’ ile açıklanamaz. Bunun için, bireylerin üzerindeki etkileriyle işleyen doğal seleksiyon mekanizmasının yanına, ortak genleri paylaşan akrabalar üzerinde işleyen ‘akraba seleksiyonu’ (kin selection) mekanizması önerilmiştir. Buna göre, yaşamlarını feda eden canlılar, bunu, genlerinin devam ettirilme olasılığını artırmak için yapmışlardır. ‘Akraba seleksiyonu’ özgeci davranışların, türlere yaşam
mücadelesinde nasıl avantaj sağladığını ve doğal seleksiyona karşı koruduğunu gösterebilir. Fakat, asıl sorun, türe avantaj sağlayan bu özgeci davranışların ve işbirliğinin, genetik kodunun nasıl oluştuğudur. Wilson ve Dawkins genlerin bencil olduğunu göstermek için birçok örnek veriyorlar. Fakat hiçbir şekilde bu genlerin tesadüfen veya doğal seleksiyonla oluşabileceğini gösteremiyorlar; oysa, asıl mesele budur, genlerin ‘özgeci’ veya‘bencil’ olması değildir. Bir canlının doğal seleksiyona uğramaması, o türün nasıl oluştuğunun açıklaması olamaz. Doğal seleksiyonun varlığı ayrı bir şeydir, türlerin oluşumunun doğal seleksiyonla gerçekleştiğini söylemek apayrı bir şeydir. Bu mantık hatasını, Wilson ve Dawkins tüm çalışmalarında tekrarlıyorlar. Esasında, verdikleri tüm örnekler, tasarım delilini destekleyecek verilerdir.
Bilimseler gelişmeler sonucu evrim
Tesadüfçü anlayışa göre rastgele canlılar oluştuğundan gereksiz canlı ve organlar olmalıydı, organlar bile doğal seleksiyonla elenmeliydi, fakat zannedilenin aksine doğada gereksiz canlıyı bırakın gereksiz hiçbir madde yoktur. Ernst Wiedersheim, 19. yüzyılın sonunda insan vücudunda 86 tane ‘artık organ’ olduğunu iddia etmişti. Zamanla listedeki bu organların işlevleri öğrenildi ve ‘artık organ’ olarak sınıflandırılmalarındaki hata anlaşıldı. Tiroid bezinin vücut için çok önemli hormonlar salgıladığı öğrenildi. Timus bezi ise bağışıklık sistemine katkıda bulunmaktadır. Bademcikler vücudu enfeksiyondan koruyan organlardır. Pineal bezi melatonin hormonunun üretiminde rol almaktadır. Kuyruk sokumu birçok kasın tutunma noktasını oluşturmakta ve rahat oturmayı sağlamaktadır. Araştırmalar ilerleyip de insanda ‘artık organ’ olduğu iddia edilen yapıların fonksiyonlarının anlaşılmasıyla liste gittikçe küçüldü. Fakat hâlâ birçok kitapta apendiksin (apandisit hastalığına yol açan organ) hiçbir işlevi olmayan bir organ olarak tanıtıldığına tanık olabilirsiniz.
Evrime göre birbirine benzer canlıların embriyo dönemlerinde aralarında hiçbir fark bulunmamalıydı. Gelişen biyoloji, yalnızca Haeckel’in değil, VonBaer’inde hatalı olduğunu; embriyoların daha ilk evrelerinden itibaren hangi canlıya ait olduklarının ayırt edilebileceğini göstermiştir. Darwin ve Haeckel’in iddialarının tersine omurgalı embriyolarının en erken evreleri, en çok benzer oldukları evreler değildir.
Darwin’in teorisi ile homolojiye yeni bir tanım gelmiştir. Bu tanıma göre ‘ortak ata yoluyla alınan özellikler’ homologdur, bunun dışındaki özellikler ne kadar yapısal açıdan benzerlik gösterirse göstersin analogdurlar. Örneğin insanların gözleriyle ahtapotların gözleri, hem yapısal hem de fonksiyonel olarak benzemelerine rağmen, bu benzerlik analog olarak nitelenir. Sonuçta Evrim Teorisi’ne inananlar da birbirlerine çok benzer olan yapıların birbirinden evrimleşmeden oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Yeni-Darwinciler, canlılarda beş parmaklılığın 2 kez, kanatların 4 kez, gözlerin ise 40-60 kez birbirlerinden bağımsız olarak evrimleştiğini ifade etmektedirler. Buna göre Evrim Teorisi’ne inananlar ortak atadan alınmadan benzer vazife gören veya dış yapısı benzer olan organların oluştuğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır.
Evrim Teorisi’ni savunanların, morfolojideki homolog yapıların, embriyo aşamalarında ve moleküler seviyede paralellik göstermesi gerektiğine dair beklentileri, moleküler seviyedeki verilerin sonucunda yeni sorunlarla karşılaşmıştır. Genler üzerindeki çalışmalarla, aşağı yukarı kompleks canlılardaki her genin, birden fazla organı etkilediği tespit edilmiştir. Genlerdeki bu çok etkililiğe‘pleiotrophy’ denmektedir. ‘Pleiotrophy’e bağlı olarak oluşan etkilerin ise türlere özel olduğu saptanmıştır. Örneğin tavuğun sırf birgeninde oluşan mutasyonlardan değişik birçok organın daetkilendiği anlaşılmıştır; tavuğun tacının oluşumunu etkileyen bir gendeki mutasyon, kafatasındaki bir yumruya da sebep oldu. Tüyü olmayan omurgalılarda, kafatası gibi tüm omurgalılarca paylaşılan bir yapıyı oluşturacak genin, tavuğun tacını oluşturan genin homoloğu olduğu düşünülemez. Bu tip örneklerin çokluğu, DeBeer’ın, homolog yapıların (fenotipin), mutlaka homolog genlerce kontrol edilmediklerini söylemesine yol açmıştır.
Moleküler seviyeden elde edilen verilerin Evrim Teorisi ile uyuşmayan sonuçlar vermesi istisnai birkaç örnekle sınırlı değildir. Evrimci öngörüye göre canlıların dış yapıları ne kadar benzer ise moleküler yapıları da o kadar benzer olmalıdır. Aslında bu öngörüyü Evrim Teorisi’ni reddeden kişiler de paylaşabilirler; canlıların dış görünüşünü belirleyen en önemli faktör moleküler seviyedeki yapıdır. Fakat Evrim Teorisi’ne inananlar için bu öngörü kaçınılmazdır. Çünkü teoriye göre moleküler seviyedeki mutasyonlar ile olan değişiklikler türlerin değişimini sağlar; canlıların dış görünüşlerindeki benzerliklerine göre akrabalık dereceleri saptanmış olduğu için ise, mutlaka moleküler seviyedeki benzerlik, canlıların dış görünüşündeki benzerliğe dayalı kurulan soy ağaçlarını bozmamalıdır. Eğer bu paralellik kurulamazsa, o zaman canlıların dış görünüşüne dayalı olarak kurulan ‘evrimci soyağaçları’nı çöpe atmak gerekir. Moleküler seviyedeki yapılar üzerinde gerçekleştirilen araştırmalarda; örneğin, köpeklerin, birçok molekülün yapısında kertenkelelere, tavuklardan daha yakın oldukları tespit edilmiştir. Bir araştırmadaysa, ele alınan bazı protein moleküllerinde, tavuğun ve timsahın sahip olduğu bu proteinlerin insanınkine çok benzer olduğu gösterilmiştir. Eğer evrimci öngörüye göre ‘benzerlik oranından akrabalık derecesine’ yükseleceksek; o zaman, bu moleküller, tavuk ve timsahın insanın yakın akrabası olduğunu gösterir. Diğer yandan kemikli balıkların (lungfish) proteinlerinin memelilerden fark derecesi ile lamprey’den (yılan balığına benzer su canlısı) fark derecesi aynıdır.
Moleküler Seviyede Şempanze ve İnsan
Canlıların moleküler seviyedeki benzerlikleri, proteinlerin karşılaştırılmasıyla incelendiği gibi, kimi zaman bu proteinlerin kodunu oluşturan DNA veya bu koda uygun proteinlerin sentezinde görev alan RNA’ların kodlarının incelenmesiyle de ele alınır. İnsana moleküler seviyede en çok benzediği kabul edilen şempanze ile insan arasındaki benzerlik, 2004 yılında, Japonya’nın Riken Enstitüsü’nde karşılaştırılmaya çalışıldı. Bunun içi insandaki 21. Kromozom ile şempanzedeki bu kromozomun karşılığı olan 22. kromozom deşifre edilerek karşılaştırıldılar. (Daha önceki şempanze ile insan mukayeseleri daha çok protein karşılaştırmalarına dayanmaktadır.) Bu kromozomların DNA’larının 68.000 yerinde tamamen farklılık olduğu görülmüştür. Bu yerlerin bir kısmı insanda şempanzeden fazla, bir kısmı ise eksiktir. Şempanzenin protein gibi molekülleri insanınkilere yüzde 98.5 oranında benzeyebilir, fakat sırf bir kromozomda 68.000 yerdeki farklılık asıl önemli sorundur. Örneğin bu yerlerden üçü FOXP2, NCAM2 ve GRIK1 bölgeleridir; bu genlerin sinir sistemiyle ilgili yapılarda etkin olduğu saptanmıştır. Bu fazlalıklar sadece insana ait olup şempanzede eksiktir. İnsanla şempanzenin benzerliğinde birçok araştırmacı, sadece farklı olan bölümleri (substitution) göz önüne alarak ‘%1,5 farklılık’gibi oranları telaffuz etmişlerdir. Oysa bu farklı bölümlerden başka insanda olmasına rağmen şempanzede olmayan veya şempanzede olmasına rağmen insanda olmayan bölümler (insertion veya deletion)de vardır ki, bunlar türler arası farklılıkta daha da önemli olabilirler. Bunlarla beraber iki tür arası farklılık %4,5’lara çıkmaktadır. Asıl önemli olan bu farklılığın ne kadar büyük olduğunu anlamaktır. İki galaksi arasındaki uzaklığın %1’inden bahsedersek, bu yüzde çok küçük gözükebilir; ama bu %1’in trilyonlarca kilometreye ulaştığını ve Dünya’mızdaki tüm mesafeleri gölgede bıraktığını anlarsak o zaman durum değişir. İnsan ile şempanze arasındaki farkta da önemli olan yüzdeler değil, bu yüzdelerin neye karşılık geldiğidir. İnsanla şempanze arasında 35 milyon kadar noktada farklılık olmasına karşılık, 45 milyon kadar noktada insanın sahip olduğu ve şempanzede olmayan, 45 milyonkadar da şempanzenin sahip olduğu ve insanda olmayan nokta vardır. Bunların toplamı ise 120 milyonu geçmektedir ki bu çok büyük bir farklılıktır. Hele hele bu farklılıkların DNA gibi çok hassas yapıda bir molekülde, 6 milyon yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde ‘tesadüfen’ oluştuğunu ve bireylerde oluşan özelliklerin türün gen havuzunda yok olmadan türün özelliklerine dönüştüğünü söylemek olasılık hesapları açısından savunulamayacak bir iddiadır.
İnsanın kökenine dair tartışmaların en çok odaklandığı konuların biri; insanın hayvanlardan mahiyet olarak mı, derece olarak mı farklı olduğudur. Bu tartışma açısından ise insanın dil kullanma ve matematiksel düşünme yeteneği gibi özellikleri; dik yürüme, belli şekildeki azı dişleri veya baş parmağı gibi özelliklerden çok daha önemlidir. İnsanın doğuştan ‘dil öğrenecek yetenekte’ doğduğunu gösteren çalışmalar, insanla maymunumsular arasındaki uçurumu iyice açmıştır. Böylesi bir yeteneğe benzerlikte yakın olan, ne yaşayan maymunumsulardan bir ara form, ne de fosillere dayanarak bir ara form göstermek mümkündür. Bu farklılık ister bir derece farkı, ister mahiyet farkı olsun; dil kullanma becerisi ve matematiksel düşünme yeteneği gibi zihinsel özelliklerde, insanın bir sıçrama olduğu, bu özelliklerin ‘tesadüfi küçük mutasyonlar’ ile açıklanamayacağı görünmektedir.
Tüm insanların tek bir insandan (Hz.Adem’ den) geldikleri ispatlandı;
Genetik bilimi oldukça hızlı ilerledi, 2007’de insanoğlunun gen haritası çıkarıldı ve bugün artık milletlerin akrabalık ilişkilerini belirleyecek yeterli genetik bilgiye sahip durumdayız.…Gen testlerinin sonucuna göre ilk erkek bundan 75-80 bin yıl önce Afrika’da, bugünkü Kenya-Etopya civarında yaşadı. Daha doğrusu, yeryüzündeki 3,5 milyar erkekten DNA örneği alıp Y-kromozomunu takip ederek geriye gittiğimizde görüyoruz ki bütün erkeklerin ortak atası bu tek kişi. Bu arada feminist tepkileri savuşturmak için neden ‘erkek’ sözcüğüne vurgu yaptığımızı hemen açıklayalım; Y-kromozomu yalnızca erkeklerde var ve National Geographic’in yapmış olduğu gen testi sadece Y-kormozomunu kapsıyor. Anne tarafından soyağacınızı yapmak isterseniz mitokondrial DNA testi yaptırmanız gerekiyor. Y-kromozomu demişken bir noktayı daha aydınlatalım, bu genin görevi insanda cinsiyetin belirlenmesidir. Yani erkek çocuk sahibi olamayan maçolarımız ‘bana bir erkek evlat veremedin’ diye kadını suçlamak yerine bu durumdan kendi Y-kromozomlarını sorumlu tutsalar daha doğru bir iş yapmış olurlar… Hayalen 80 bin yıl öncesine gittiğimizde görüyoruz ki yer yüzünde bir tane erkek homosapiens yaşıyor. Yani bugünkü Japon, Alman, Türk, Arap, İngiliz, Kürt, Rus vs. herkesin ortak dedesi bu kişi. Amerika, Avrupa, Avustralya, Asya… dünyanın başka hiçbir yerinde insan yok, ilginç değil mi?! Sadece Doğu Afrika’da bir erkek ve O’nun ailesi yaşıyor ve bugün yeryüzündeki 7 milyar insan hepimiz O’nun torunlarıyız. Bilim adamları dini inançları çalışmalarına referans almaktan pek hoşlanmasalar da bu homosapiens’e Kitab-ı Mukaddes’e atfen ‘Adam’ yani Hz. Adem adını taktılar. Bu ilk erkek ve onun çocukları doğal olarak ortak genetik özelliklere sahiptiler. Yani ten rengi, göz rengi gibi fiziksel özellikler aynıydı. Ancak bu genetik özellikler zaman içinde değişti, binlerce yıl süren yolculukla bu insanların torunları Afrika kıtasına dağıldılar, bir bölümü kuzeye, bugünkü Mısır ve Filistin yönüne hareket ederken 70 bin yıl önce ilk defa Afrika kıtası dışına çıktılar; Güney Asya, Uzak Doğu ve Dünyanın her yanına göç ettiler. İşte bu göçlerin sonucu farklılaşan coğrafya ve iklim şartları insanların genetik yapılarında mutasyonlara yol açtı. Her genetik değişim (SNP-Single Nucleotide Polymorphism) bir harf ile kodlanarak bu genetik özelliğe ‘Haplo-grup’ adı veriliyor. Aşağıdaki kronolojik cetvele baktığımızda görüyoruz ki ilk SNP mutasyon 74.000 yıl önce meydana gelmiş. Böylece BT Haplogrubu oluşuyor. Aradan 4 bin yıl geçince bir başka genetik değişim CT haplogrubunu oluşturuyor ve bu değişimler aşağıda görüldüğü gibi dallanarak günümüze kadar devam ediyor. Haplogrup kavramını daha iyi anlayabilmek için şöyle bir örnek verebiliriz; Kuzeye gidenlerde saç renginin sarıya dönüşmesi, tenin beyazlaşması veya uzak doğuda gözlerin çekik oluşu gibi farklılaşmaların herbiri yeni bir genetik değişim sonucudur. İşte bu değişim sonucu ortaya çıkan yeni genetik özelliğe haplogrup deniyor. Bu değişim her zaman gözle görünür olmak zorunda değildir. Mesela akciğerlerde, solunum yollarında meydana gelen bir mutasyon, veya bir hastalığa karşı bağışıklık sisteminin gelişmesi de yeni bir haplogrup oluşturabilir.
Gene homosapiens olduğu tartışılan Neanderthallerde homosapiens olan Adam’ın (Hz.Adem’in) soyundan gelmiş bir haplogruptur yani insandır.(kaynak: Murat Mirza D.- yenimakale.com)
Fosil yok, canlılar milyonlarca yıl bir değişikliğe uğramamış;
Fosil kayıtlarında görülen boşluklar, Darwincileri hep kaygılandırmış ve mükemmel olmayan kanıtlara bahaneler uydurmaya zorlamıştı. Darwin bile bunu itiraf eder: “Jeolojik kayıtlar, mükemmel olmadığı için, tüm soyu tükenmiş ve şimdi yaşamakta olan canlıları birbirine bağlayan, sonsuz sayıda çeşitlilikteki ara formlar, bulunamamıştır. Jeolojik kayıtların doğasına ilişkin bu görüşümü kabul etmeyenler, kuramının da tümünü reddetmekte haklı olurlar.” Darwin, ara formların zamanla ve teknolojinin ilerlemesiyle keşfedileceğini ve böylece kendi tezinin doğrulanacağını sanıyordu. Darwin’den bu yana geçen 100 yılı aşkın sürede, milyonlarca fosil bulunup incelendi. Ancak Darwin’in beklentisini haklı çıkaracak fosil kayıtları bulunamadı. Dünya’daki bilinen fosil türlerinin, % 20’sinin örneklerini “Chicago’daki Field Museum” barındırmaktadır. Müze müdürü David Raup’a göre; bulgular, Darwin’in ve Dawkins’in iddialarına destek vermiyor.
‘Fosil kayıtlarının yetersizliği’ çok tartışmalı bir konudur, fakat günümüzde bu mazeretin arkasına sığınmak, Darwin’in dönemindeki kadar kolay görünmemektedir. Bilinen fosil türlerinin sayısı yüz binlerle ifade edilmektedir. Karada yaşayan 329 tane omurgalı ailenin 261 adedi, yani %79.3’ü bulunmuştur. Eğer fosili daha zor bulunan kuşları çıkarırsak bu oran %87,8’e yükselir. Darwin’den sonra Dünya’nın hemen her köşesinde kazılar yapılmış, tarihlendirme teknikleri çok geliştirilmiş ve yeni pek çok fosil kaydına ulaşılmıştır. Oysa ara formların yokluğu ile ilgili sorun, bulunan birçok yaşayan ve sadece fosili kalmış türün, beklenenin aksine, bu ara formları açıklayamamaları üzerine daha da artmıştır.
Fosil bulguların, yumuşak organları ihtiva etmemesinin yanında, birçok zaman kafatası, kemik ve diş gibi organların çoğunun da eksik olması yüzünden, evrimcilerin az bir parça bulgu ile canlının bütünü hakkında çıkarım yapılmak zorunda kalınması birçok soruna yol açmaktadır. Örneğin ünlü bir fosil olan ‘Kafatası-1470’i tarif eden paleoantropologlar, bu kafatasının çenesini kaldırıp yüzünü uzatabileceğimiz gibi, çeneyi içeri sokup yüzü kısaltabileceğimizi de söylerler… Aynı kafatası ile aynı türe ait olduğu düşünülen bazı kemikleri, dört sanatçıya veren National Geographic dergisi, bu sanatçılardan, bu canlıyı gösteren dişi bir figür yapmalarını istedi. Dört sanatçının her biri birbirleriyle alakasız çizimler yaptılar.
Canlının evrimleşme sürecinde, pek çok ara form veya ucube form ortaya çıkmalıydı. Nitekim tüm çabalara rağmen, fosil kayıtlarında böyle formlar bulunamamıştır. Oysa evrimcilerin iddia ettiği şekilde doğal seçilim olsaydı; organları tamamlanmamış milyonlarca ara form ortaya çıkacaktı. Ancak evrimcilerin ellerinde, bu konuda bir kanıt yok. Darvinizm, bu konuda bize, delil olarak kendi hayallerinden fazlasını sunmuyor.
Sonuç olarak; Ara formları içeren ve adım adım evrimi destekleyen veriler yok ortada. Evrimcilerin kesin inançlılığı ve propagandası o derece fazladır ki; çoğu kimse fosillerin, Darwinci yorumları desteklediğini zanneder.
Nature dergisinin bilim başyazarı Henry Gee, karamsar bir şekilde şu yorumu yapmıştır: “Fosiller nüfus kâğıtlarıyla gömülmezler. Fosilleri ayıran zaman sürecinin uzunluğu, onlar hakkında ata ve soy yoluyla bir şey söylememize imkân tanımaz… İnsan evrimine dair tüm kanıtlar küçük bir kutuya sığabilir… Mevcut evrim şeması, olgudan sonra yaratılmış, tamamen insan ürünü olup, insani önyargılarla şekillendirilmiştir… Bir fosil dizisinin, bir nesli temsil ettiğine dair iddia, bilimsel bir hipotez değil, çocuk uyutmak için anlatılan; masal değerinde, eğlenceli, hatta öğretici olabilen, fakat bilimsel olmayan bir niteliktedir.”
BÜYÜK DARBE: Kambriyen Patlaması & Ediacara Faunası
Son fosil delilleri yani kambriyen patlaması & ediacarafaunası delilleri ise evrimci görüşün elini boş çevirmekle kalmıyor yaratılış görüşünü delillendiriyor. Çünkü bu bulgulara göre dünyada tek hücreli canlılar hakimken birden bütün çok hücreli (günümüzde yaşayan gelişmiş) canlılar beliriveriyor.
Darwinci Evrim Teorisi’nin en genel anlatımına göre başta tek hücreli bir canlı oluşmuş, canlılar önce türlere, sonra cinslere, sonra familyalara, sonra takımlara, sonra sınıflara, sonra filumlara ayrılmışlardır. Yüz milyonlarca yıl süren bu ayrışmadaki safhalar hep yavaş yavaş aşılmıştır. Fosil bulgulardan beklenen de bu yavaş yavaş ayrışmayı doğrulayan, ‘Darwinci soy ağacı’nı destekleyen delilleri sunması olmuştur. Oysa Kambriyen Patlaması ve EdiacaraFaunası evrimci beklentilerle en zıt olguları oluşturmaktadır. Prekambriyen (Kambriyen öncesi dönem) dönemde 3 milyar yıl kadar sadece bakterilerin ve mavi-yeşil alglerin hüküm sürdüğünü fosil kayıtları söylemektedir. Oysa Kambriyen dönemine gelindiğinde (530 milyon yıl kadar öncesi), bir sürü birbirinden farklı çok hücreli canlı, aniden, fosil kayıtlarında kendini gösterir. İçinde sınıf, takım, familya, cins ve türü barındıran filumların yarısından fazlası bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yirmi bin gözlü‘trilobit’ de beş gözlü ‘opabinia’ da hep bu dönemde, aniden, fosil kayıtlarında gözükmüşlerdir.
Darwincilerin fosillerden bekledikleri, fosillerin ‘aşağıdan-yukarıya’ bir evrimi göstermesiydi. Buna göre, türler ancak yüz milyonlarca yıl içerisinde sınıflara ve filumlara ayrılmalıydı. Oysa fosil bulgular, Kambriyen’de, bir anda, filumların ortaya çıktığını göstermiştir. Bu da ‘aşağısı’ olmadan ‘yukarı’nın ortaya çıkmış olmasıdır ki evrimci beklentilere tamamen zıttır.
Fosil yetersizliğinden ötürü ileri sürülen bir görüş: Sıçramacı modeller
Sıçramacı modeller isminden de anlaşılacağı gibi bir canlının aniden başka bir canlıya dönüşmesi demektir. Kurtadam filmlerinde gördüğünüz, insanın bir anda kurta dönüşmesi gibi.
Evrim Teorisi’nin ortaya konduğu dönemin başından itibaren Huxley’le ve daha sonra başkalarınca da ortaya konan sıçramacı modellere, özellikle ateist-evrimciler tarafından ciddi itirazlar gelmiştir. Sıçramacı modeller özellikle fosil kayıtlarının eksiklikleri yüzünden ileri sürülmüştü; sıçramalı bir şekilde türler değişiyorsa, bu kadar çabuk değişen türlerin değişimini belgeleyen fosilleri bulmak zordu. Richard Dawkins, büyük değişikliklerle evrimin oluştuğunu savunanların, Fred Hoyle’nin benzettiği gibi, ‘hurdalıkta esen bir kasırganın Boing 747 uçağını yapmış olabileceğine’ benzerbir görüşü savunduklarını söyler. Bu tarz değişimlerin olasılık açısından imkânsız olduğunu vurgular. Ayrıca değişim ne kadar büyükse, zararlı etkisinin o kadar çok olacağını ve böylesi bir değişimle yeni bir tür oluşabilseydi bile; bunun, kendine eş bulmakta çekeceği zorluk nedeniyle, bu değişimi yeni nesillere aktaramayacağını söyler.
Denizde yaşayan bir canlının karada da yaşayabilmesi için bedeninde çok büyük değişikliklerin oluşması gerekir. Solungaçların akciğere dönüşmesi, hem dolaşım hem de solunum sisteminde büyük değişikliklerin olmasını zorunlu kılar. Ayrıca karadaki sıcaklık değişiklikleri anidir ve karada yaşayan canlıların vücut sistemleri, bu yüzden de denizdekilerden farklı olmak zorundadır. Bunların dışında amfibiler, vücut ağırlıklarını taşımak için balıklardan daha çok enerjiye ihtiyaç duyarlar. Bundan dolayı, hem amfibilerin vücut yapısının yeni enerji ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde farklılaşması hem de ağırlıklarını taşıyacak ayaklarının kemik sistemleriyle beraber oluşması gerekir. Tüm bu sayılan değişimler moleküler yapıda birçok değişimi gerektirir. Tek hücreli bir canlının sahip olduğu moleküllerden çok daha fazlasına
böyle bir değişim karşılık gelmektedir. Öyleyse böylesi bir değişimin tesadüfen gerçekleşmesinin, cansız maddeden tek hücreli bir canlının oluşmasından çok daha fazla imkânsız olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Materyalist açıklamalar ne kadar tutarlı?
Maddeden insani bilinç oluşabilir mi?
Dirimselciler; canlılığın fiziko-kimyasal süreçlerle açıklanamayacağını, canlı ile cansız ayırımı yapmayan mekanist (materyalist)lerin hatalı olduğunu söylerler. Canlıların bedenlerindeki fiziko-kimyasal süreçlerin, canlılıkla ilgili tüm oluşumlardan sorumlu olduklarını kabul etsek bile; bunlarla, canlılığa dair tüm olguların açıklanamadığı, yine de apaçık bir hakikattir. İki hidrojen ve bir oksijen atomu birleşince suyu oluştururlar, böylece suyun açıklaması bir ölçüde yapılır; ama suyun sahip olduğu kimyasal özelliklerin tümünün açıklamasını artık hidrojen ve oksijenle yapamayız. Kimyasal elementler birleşip hücreyi oluşturunca bir ölçüde hücrenin açıklamasını yaparlar; ama hücrenin tüm faaliyetlerinin açıklamasını artık kimyasal bazda yapamayız. Hücrelerin birleşmesi de bir ölçüde canlıların açıklamasını verir ama canlının sahip olduğu görme, işitme, zevk alma, acı çekme gibi özellikleri artık ne hücreyle, ne kimyasal elementlerle, ne de atomlarla yapabiliriz. Hücre seviyesinden bilinç seviyesine geçince kopuş o kadar büyük olur ki; artık bilincin hallerinin hiç birini, bilinç dışındaki hiçbir şeye benzetemeyiz. Descartes’ın kabul ettiği gibi zihni (ruhu) ayrı bir cevher olarak kabul edelim veya etmeyelim; canlılığın tüm açıklamasını sırf mekanist süreçlerle ve ‘fizikalist indirgemecilik’le yapmak mümkün olamamaktadır.
“Evrende en anlaşılmaz şey, onun anlaşılabilir olmasıdır.” (Albert Einstein)
Zihnin özellikleri ve tasarım delili
Zihnin varlığından tasarım deliline ulaşmakta ilk yol zihni madde dışı bir cevher olarak değerlendirmekken, ikinci yol zihnin sahip olduğu özelliklerin tesadüf ve doğal seleksiyonla açıklanamayacağını; bilinçli, kudretli bir Tasarımcı’nın eseri olarak zihni görmemizin tek tutarlı yol olduğunu savunmaktır.
Evrimciler tarafından; Zihnin ‘zuhur eden’ bir özellik olduğunun söylenmesiyle ne kadar az şeyin söylendiği gözden kaçmamalıdır; bu görüş bir yandan maddenin tek cevher olduğu fikriyle uyumlu gözükür, diğer yandan madde kendisinden adeta sihir oluşturulan, kendisiyle kendisinden oluşanın tanımlanamadığı bir cevhere dönüştürülür. Maddeden zihnin oluşması, maddenin belli bir şekilde birleştiğinde zihin oluşturacak potansiyele sahip olması demektir. Bu da bizi, tasarım delili için önemine daha önce değinilen ‘doğa yasalarının belli bir şekilde varlığından tasarım deliline ulaşma’ ile aynı sonuca götürür.
Zihnin en önemli özelliklerinin başında evreni anlaması gelir. Einstein, en anlaşılmaz şeyin evrenin anlaşılması olduğunu söylemiştir; o,evrenin anlaşılır olmasını ve zihnin onu anlamasını, Tanrı’nın kendini açığa vurması olarak görmüştür. Zihnin evreni anlayabilmesi, birbirlerinden farklı, fakat her biri de zaruri şu şartların yerine gelmesi ile mümkündür:
1-Evren anlaşılır olmalıdır: Eğer evren düzensiz, kaotik bir yerolsaydı, insan bebeklikteki şaşkınlığından hiçbir zaman çıkamazdı. Eğer evrendeki oluşumlar düzenli ama zihnin anlayabileceğinden çok daha karmaşık olsalardı, evrenin anlaşılır olması yine mümkün olamazdı. Sonuçta, doğa yasalarının varlığı ve anlaşılmayacak kadar karmaşık olmamaları sayesinde evreni anlarız, bu yasaların bu şekilde varlığı zihnin evreni anlayabilmesinin önşartıdır. Yüksekten atılan eşyaların düşmesi gibi yerde duran eşyalar belirsiz bir şekilde uçsaydı, her sabah kalktığımızda yattığımızdan farklı bir mekânda uyansaydık, odada duran su bir anda kaynamaya, eşyalarımız bir anda yok olmaya başlasaydı, kısacası hiçbir doğa yasasının olmadığı bir evrende yaşasaydık; zihnin, ne dil gibi düşünmesini sağlayan bir aracı kullanması, ne de toplumsallaşma mümkün olurdu, sonuçta zihnin evreni anlaması da söz konusu olamazdı.
2-Zihin doğuştan (apriori) zaman ve mekân sezgilerine sahip olmalıdır: Kant’ın gösterdiği gibi zihin, doğuştan apriori olarak zaman ve mekân sezgilerine sahiptir. Kant, uzay ve zaman sezgilerinin deneyden değil akıldan geldiklerini ispatlamak için çeşitli deliller öne sürer. Küçük çocuklar mesafeler hakkında hiçbir fikre sahip olmadan, hoşlarına gitmeyen şeylerden uzaklaşmak ve hoşlarına giden şeylere yaklaşmak isterler. Öyleyse bunların yanlarında, önlerinde, dışlarında olduğunu apriori olarak bilirler. Ayrıca çocuk, dış dünyanın farkına varmadan ‘önce’ ve ‘sonra’duygusuna sahiptir; eğer olmasaydı dış dünyayı algılamaya başlayamaz, tüm algıları karmakarışık olurdu.
Zihnin sahip olduğu bu apriori koşulların genetikle aktarılması, DNA’nın içinde nükleik asitlerle kodlanmış olması gerekir. Hiçkimse zihnin bu özelliklere nasıl sahip olduğunun biyokimyasını gösteremediği gibi, genetik olarak bu özelliklerin nasıl aktarıldığı da gösterilememiştir. Fakat şurası kesindir: Zihin baştan hem ‘tam zaman’, hem ‘tam mekân’ algılarının ikisine birden sahip olmalıdır.Yarım mekân algısı, dörtte üç zaman algısı diye bir şey düşünülemez; ayrıca zaman ve mekân algılarından biri, diğerinin yokluğunda bir işe yaramaz. Zihinde bu iki apriori koşul tam ve beraber olmazsa, Kant’ın gösterdiği gibi deneyim gerçekleşemez.
3-Zihin matematiksel olarak düşünebilecek yetenekte olmalıdır: Evrenin anlaşılır olması ancak zihindeki çeşitli yeteneklerle mümkündür. Zihnin evreni anlamasını sağlayan en önemli yeteneklerinden biri ise matematiksel düşünme özelliğidir. Sabah koyunlarını götüren çobanın kaç koyunla dönmesi gerektiğini sayarak kontrol etmesinden, yapay zekâların yapımına kadar insan zihni hep matematiği kullanır.
4-Zihin, gelişmiş dil kullanma yeteneğine sahip olmalıdır: 20. yüzyılda felsefenin üzerinde en çok odaklandığı sorunların başında dil konusu gelmektedir. Wittgenstein gibi bu yüzyılın en ünlü felsefecileri, ünlerini, bu soruna odaklanarak elde etmişlerdir. Bu dönemde, dilin öğrenilmesi ile ilgili yerleşmiş kalıpları kökten sarsan Noam Chomsky’nin fikirleri devrim niteliğinde oldu. Chomsky, insan zihninin doğuştan özel yetenekleri olmadan, dil öğrenme gibi kompleks bir işi, bebeklik çağında gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söyledi. Eğer kendi bebekliğimize geri gidersek, hatırlayamadığımız bu dönemde, dil öğrenmek gibi zor bir işi, azmetmeden -azmetmeyi öğrenmeden azmetmemiz mümkün değildi- ve zihinsel yeteneklerimiz oluşmadan -ancak dili kullanabilince bu yeteneklerimiz oluşur, öncesinde mümkün değildir- becerebilmiş olmamızın ne kadar olağanüstü olduğunu; bunu doğuştan zihnimizin özel yetenekleri olmadan gerçekleştirmemizin mümkün olmadığını anlarız.
5- Zihnin, hafıza ve duyu algılarını değerlendirme gibi birçok özelliği olmalıdır: İnsanda hem hafıza hem de bu hafızadaki verileri kullanacak düşünce (işlemci) mevcuttur. Hafıza olmasa hafızayı değerlendirecek düşünce özelliği, düşünce özelliği olmasa hafıza bir işe yaramazdı. İnsan, yaratıcı bir şekilde dil kullanma ve kültür oluşturma yetenekleriyle diğer canlılardan ayrılır. Fakat bu özelliklere uygun bir hafızaya sahip olmasaydık, örneğin yirmi-otuz kelimeden fazlasını aklımızda tutamasaydık bu kadar gelişmiş bir dil kullanma ve düşünme yeteneğine sahip olamazdık. Aynı şekilde zihnin en önemli fonksiyonlarından birisi dış dünyadan gelen görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyu algılarını değerlendirmektir. Gözün görme duyusuna katkısından, kulağın işitme duyusuna katkısından daha önemlisi beyinde görme ve duyma fenomenlerinin nasıl oluştuğudur; ne yazık ki beyinde duyu algılarının nasıl değerlendirildiğine dair çok az şey biliyoruz. Fakat biliyoruz ki duyu verileri, trilyonlarca nöronlu ve katrilyonlarca sinapslı beynimizde değerlendirilmeden, zihnimiz mevcut yeteneklerine sahip olamazdı.
6- Zihin bilinç özelliğine sahip olmalıdır: Bilincin, buraya kadar sıralanan tüm zihin özelliklerinden hem daha farklı, hem daha önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette bilinç, zihnin doğuştan sahip olduğu özelliklerle, matematiksel ve mantıksal yeteneğiyle, dil yeteneğiyle, duyu algıları ve hafızayla ilişkilidir. Fakat bilinç, maddî süreçlere indirgenemediği gibi bahsedilen bu özelliklere de indirgenemez. O zaman bilinç, tüm bu özelliklerden farklı bir zihin özelliğidir ve şüphesiz zihin özellikleri içinde tartışılması en zor olanda odur. Bilinç, sadece karmaşık zihinsel süreçlerde gözükmez, aslında en basit zihinsel deneyim bile bilinçle ilgilidir. Ayağımızın altından gıdıklandığımızı düşünelim; ayağımızın altına dokunulması, sinirlerin bu olayı beyne iletmesi gibi fiziksel olayların dışında bir de ‘bilincinde’ olduğumuz bir gıdıklanma deneyimi vardır ki, artık bunu tek başına hiçbir maddî süreçle ve hatta zihinsel başka özellikle (dil yeteneği, hafıza gibi) açıklayamayız. Çok rahatlıkla bir robot yapıp, ayağının altına dokunulduğunda kendisine kayıtlı gülme sesini dışarı yayınlamasını ve ayağını çekmesini programlayabiliriz; fakat gıdıklanmanın ‘bilincinde’olmayla ilgili süreci maddî hiçbir forma sokamadığımız için bilgisayara ‘gıdıklanma’yı yaşatamayız.
Sonuç: Evrim bilim değil inançtır;
Evrim nasıl hala teori olarak kalmakta, bütün bilimsel gerçeklere rağmen nasıl hala kabul edilmektedir, evrim neye tutunmaktadır?
Evrim teorisi; Avrupa Birliği tarafından, alınmış bir kararla dayatılmaktadır. Öyle ki, birçok ülkede bu teori, şimdiden dokunulmazlık zırhına bürünmüştür. Bu teoriye karşı olan görüşlerin öne çıkması, yasalarla engellenmiştir. Bu anlaşılması güç uygulama, evrim teorisinin, bilimsel bir teori olarak ele alınmasını engellemektedir. Evrim adeta bilim çevresine kutsal bir öge gibi dayatılmaktadır.
Bunun yanında insanlar evrime inandırılmaya çalışılmaktadır. İnsan kafatasıyla maymun kafatasını birleştirip sahtekarca bu teoriyi insanlara benimsetmeye, kandırıp inandırmaya çalışmaları bunun ispatlarından biri. Evrimcilerin bu sahtekarlıklarını (yaptıkları sahtekarlığın belgeselini) bugün NTV belgesel kuşağında bile izlemek mümkün.
Peki neden? Bu sorunun cevabı daha sonra (evrim ve seküler yani dinsiz dünya düzenine hizmet eden diğer ideolojilerin perde arkası, kimlere hizmet ettiği, bu ideolojilerin bayraktarlığını yapanların kimliği ve karanlık organizasyonların delilleri 2.kitapta) açıklanacaktır.(1)
(1)Evrim; Avrupalı Siyonistlerin, Protestanların, Püritenlerin… dinden (dinlerin baskısından) kurtulmak için uydurdukları yalandır. Çoğu ülkelerin lider konumlarını paralarıyla ele geçiren masonların, yeni dünya düzenine ulaşabilmeleri için insanların düşünmeden zevklerine göre yaşamaları, kendilerine karşı çıkmasınlar diye maneviyatsız, ruhsuz, kalmaları gerekiyordu ve bu nedenle evrimi insanlara benimsetmeye çalıştılar (tıpkı firavun dönemindeki ilk masonların inançları gibi. Firavun ve hanedanı da canlılığın bir çamur birikintisinden tesadüfen başladığına inanıyorlardı). Emirlerini direk şeytandan, cinlerden alan masonlar ve sapkın diğer benzeri tarikat üyeleri, insanları sadece nefisleriyle hareket eden hayvanlara dönüşmesini insanlığın biçilen bir tarla gibi olmasını sadece tüketmesini istedi bu nedenle dinlerin yaptırımlarından uzaklaştırmak sapık düşüncelerini yaymak için dinleri kötülediler, dinsizliği ve türlü sapkınlıkları; medya, ünlü şarkıcılar ve oyuncular vasıtasıyla benimsettiler, dini düşünceyi yıkmak için evrim gibi, ateizm gibi çeşitli fikirleri açığa çıkarıp desteklediler. Size inanılması güç geliyorsa bunlar hakkındaki bilgileri, delilleri ve örnekleri internetten (ve yakında çıkacak 2.kitabımızda) çok rahat bulabilirsiniz.
Genel manada bu algı operasyonu şu nedenle yapılmıştır; Darwin-evrim inancı, İngiliz sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağlamıştır. O; “Farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü bünyenin (yani insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücadele başlar… Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir” diyordu. İngilizler, sömürgecilik yaparken doğanın bir gereğini yerine getirdiklerini düşündükleri için güven tazeliyorlardı ve tabii ki bu durum teorinin ilk ortaya konduğu ortamda benimsenmesinin kolay olmasına katkıda bulunmuştur.
20.yüz yılın ilim sahasında evrenin başlangıcı olduğu, ezeli olmadığı ve ebedi olamayacağını ispatlayan pek çok ilmi deliller, ”Enerji Değişimi Kanunu”(entropi) dahil, inkarcıların temel felsefesi olan materyalizmi çürütmüştür. “A,PRİORİ” deneye gerek duymadan gerçekliğini, doğruluğunu kabul ettiğimiz her şeye verilen genel addır. Bu felsefi terim, hiç bir deneysel bilgiye dayanmayan bir ön varsayımı ifade eder. Harvard Üniversitesinden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard Lewontin, şöyle diyor. “Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine materyalizme olan ”a,priori” bağlılığımız nedeniyledir.”
Popper, ilk olarak ‘Tarihsiciliğin Sefaleti’ (The Poverty of Historicism) isimli eserinde, Evrim Teorisi ile ilgili epistemolojik sorunları irdeler. Yeryüzünde hayatın veya insan toplumunun evriminin, özel bir tarihi sürece karşılık geldiğini, ancak bu sürecin betimlenme tarzının bir yasa değil, sadece tekil bir tarihi önerme olduğunu söyler. Şu ya da bu şekilde formüle edilen bir yasanın, bilim tarafından ciddi bir biçimde ele alınmadan önce yeni örneklerle test edilmesi gerektiğine dikkat çeker. Fakat EvrimTeorisi’nde sadece özel bir tarihsel dönem ile sınırlı kalındığından; bir evrensel hipotezi test etmeyi ve de bilim tarafından kabul edilebilir bir doğa yasası bulmayı ümit edemeyeceğimiz sonucuna varır. Popper, daha sonra bu konuyu özel olarak ele aldığı makalesinde, Darwinizm’in test edilemeyeceğini (yanlışlanamayacağını), bu yüzden‘bilimselliğin kriterlerini karşılamadığını’ ve ‘metafizik bir araştırma programı’ olduğunu belirtir. Darwinizm’in, ‘durumsal mantık’(situationallogic) uyguladığını söyler. Darwinci yoruma göre, türlerin içinde çeşitliliğe yol açan bazı değişiklikler (varyasyonlar) olur, bu varyasyonlardan bazısı yaşar, bazısı ise doğal seleksiyona uğrayıp yok olur. Bu yorum, türlerin oluşumu için bir süreç tarifi yapar; fakat gözlemlediğimiz, bu sürecin sonucudur. Söylenen“Çevreye uyum sağlayanın yaşadığıdır”, fakat “Yaşayan kim” diye sorarsak bu sorunun cevabı da “Çevreye uyum sağlayan” şeklindedir. Popper, duruma göre uygulanan bu mantığın bir totoloji olduğunu söyler. Popper, Mars’ta üç tür bakteri bulursak, Darwinizm’in yanlışlanıp yanlışlanamayacağını sorduğumuzda, cevabın‘yanlışlanamayacağı’ olduğunu söyler; çünkü bu var olan türlerin, mutasyona uğramış evvelki türlerin adapte olmuş yegâne formları olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şeyi Mars’ta tek bir tür bakteri debulsak, herhangi bir başka sayıda bakteri veya başka canlı organizma bulsak da söyleyebiliriz. Bu da bize, Evrim Teorisi’nin, hiçbir şekilde yanlışlanamayacak ve hiçbir şeyi öngörmeyecekşekilde formüle edildiğini gösterir.
Bilimin devlet politikasına bağlı olarak çalışmalarını gerçekleştirdiğini vurgulayan Paul Feyerabend, “Bilim pek çok ideolojiden yalnızca biridir ve din devletten artık nasıl ayrıysa, bilimde devletten öyle ayrılmalıdır” der. ‘Tanrı’nın müdahalesinden’ bahsetmek bazılarına göre laikliğe aykırı gözüküyor olabilir. Oysa Evrim Teorisi’ne alternatif bir teori olan ‘türlerin bağımsız yaratıldığı’ veya ‘sadece kökensel türlerin bağımsız yaratıldığı’ görüşleri; ancak ‘Tanrı’nın müdahalesi’ savunulursa mümkündür. Ozaman bilime ait ders kitaplarında Tanrı’dan bahsetmeyi peşinen inkâr eden bir yaklaşım, Evrim Teorisi’nin alternatifsiz olmasına da yer açmaktadır. Elektriğin incelenmesi, radyoaktif elementler üzerinde çalışma veya karaciğerin fonksiyonlarının belirlenmesi ‘Tanrısal yaratış’ tan bahsetmeden de ele alınabilmektedir. Tanrı’ya inanan, bu verileri Tanrısal tasarımın delili olarak görürken; ateist, bu oluşumları salt doğa yasalarının oluşturduğu tesadüfler olarak açıklamayı tercih edecektir.
Evrimciler ülkemiz insanının evrime inanmadığı için ülkemizin geri kaldığını savunur. Halbuki evrime inanman ya da inanmaman seni bilimsellikten uzak ya da bilime yakın kılmaz. Evrim; ispatladığında bilime faydası olmayacak bir şeyin incelenmesidir. İspat edildiğinde sadece yeni bir inanca sebep olacaktır. Bu durumdan anlaşılmaktadır ki evrimciler evrimi benimseterek sadece dinsizliği arttırmak istemektedirler. Sonuç olarak evrim; bilim olmamakla birlikte insanların hayatlarını, ruhlarını, maneviyatlarını körelten bir inançtır.
“Bilim ancak bilim adamı Tanrı’nın varlığını tamamen kabul eden bir dünya görüşü benimsediğinde ilerleyebilir.” (Paul Davies)
Evrimin teori olmasının ve hala teori olarak kalmasının bile onun ne kadar güçlü delillere dayandığını gösterdiğini iddia eden ateistlere bir cevap daha vermek gerekirse; belli bir dönemde bulunan ve kabul edilen bilimsel bir yenilik daha sonraki dönemlerde aksi ispat edilerek kabul görmeyebilir. Yani bir dönem bilim diye kitaplarda okutulan bir bilgi aslında gerçeğin tam tersi olabilir. Nitekim; Robert Andrews Millikan (1868 –1953), “Elementer elektrik yükü ve fotoelektrik etki üzerine çalışmaları için” 1923 Nobel Fizik Ödülü’nü kazanan ABD’li deneysel fizikçidir. Bu bilim adamı elektronların gücünün hiçbir zaman kullanılamayacağını iddia etmişti. Ama bugün söylediklerinin tam tersi olarak her yerde dizüstü bilgisayarlar iphonelar tepe tepe kullanılıyor. Bu cihazların ekranları elektronlara etki edilmesi sayesinde varoldu.
Zaten Darwin, doğada atlama olmaz’ ilkesine sonuna kadar bağlı kalmıştı ve eğer küçük değişimlerin birikimiyle oluşmasının mümkün olmadığı herhangi bir organ gösterilebilirse teorisinin çökeceğini söylemişti.
Profesör Behe’nin de dediği gibi; evrim, daha hücrelerin balon şeklinde görülebildiği bir dönemde dini yok etme taraftarları tarafından teori haline gelmiş ve o şekilde kalmıştır, bugün ise her yeni bilimsel gelişme yere düşen evrim teorisine bir tekme daha vurmaktadır.
Evrim dinine inananların özellikleri;
Konunun başında belirttiğimiz gibi evrimciler az bilgi ile çok yorum yapmaya bayılır. Örnek;
“Hayvanlarla birçok bedensel işlevi paylaşmak bir yana, insanlar ve şempanzeler arasındaki genetik farkın yüzde ikiden az olması, yaratılışçıların saçmalıklarını paramparça eden bir yanıttır.” (bir ateist sitesinden alıntı)
Şempanze ile insan arasındaki farkın çok az olması ikisinin de yaratılmadığını kendiliğinden varolduğunu mu gösterir? Hem %2 genetik farkla bile arada dağlar deryalar kadar farkın olması Allah’ın nasıl bir gen fıhristesi hazırladığının Allah’ın büyüklüğünün delili değil midir? Hangi hayvan dünyanın halifesi insanın yanına yaklaşmış eline su dökebilmiş? İnsan gibi düşünüp bir şeyler icad edip, medeniyetler şehirler yapılar kurmuş, kitap yazmış, okumuş, doğadaki maddelerden kendine istediğini yapmış, elbise dikmiş, teknoloji üretmiş başka bir canlı var mı?
Örnek 2,3…~ ; 1-Yeryüzünde hayat nasıl başladı, anorganik form organik forma nasıl dönüştü, 2-Türler nasıl meydana gelmiştir tür zenginliği, 3-Değişme var mıdır varsa yeni türlerin meydana gelişindeki rolü nedir? Bu sorulara kem küm edilmektedir.
Evrimciler, ateistler; ilk canlının varlığının evrimin alanı olmadığını söyler, bazı teistlerde ilk hücreyi Allah’ın yarattığına inanır. İlk hücreyi Allah’ın yaratığına inanıyorsun da insanı Allah’ın yarattığına neden inanmıyorsun?
Evrimciler her aşamaya tesadüf derler, ama her aşamada bir sonraki aşama için plan ve hazırlık vardır.
Evrimciler bizlerin bilimden korktuğunu söylüyor, halbuki biz onları bilimsel verilerle susturuyoruz. Biz (dindarların bilime düşman olduğu şeklinde yapılan algı operasyonlarının aksine) bilimle uğraştıkça yaratıcının büyüklüğünü ve sanatını kavrıyoruz. Ama onlar bilime gözlerini kapıyor çünkü Allah’a inanmak işlerine gelmiyor. -ki evrimin bilim değil inanç olduğunu anlattık.
Hep aynı şeyleri söylüyoruz. Onlar da hep aynı gerçekleri aynı zırvalıklarla reddediyor. Reddedilmesi izah edilemez gerçekleri reddediyorlar ve her duyduklarında susuyorlar. O gerçeklerin aksini izah edemiyorlar buna rağmen inanmıyorlar.
Heinemann Matematiksel Fizik Ödülü’nü kazanan Robert Griffiths’in ifadeleri, olayın boyutunu ortaya koymaktadır: “Şayet tartışmak için bir ateiste ihtiyacımız olursa, felsefe bölümüne gidiyorum, zirâ artık fizik bölümünde ateist bulmak oldukça zor.”
SONUÇ;
1.Bölümde açıkladığımız gibi din; manevi arzularımızın karşılanması için gereken inancı sağlamak amacıyla gönderilmiştir. Allah manevi ihtiyaç vermiş bu ihtiyacı din ile karşılamış. Allah bizi maddi ihtiyaçlara sahip yaratmış (örneğin oksijen solumak, yemek yemek) ve bu ihtiyaçları karşılayacak maddeleri de yaratmışsa maneviyat için de böyledir. Ateistlere göre ise ihtiyaca sahip insan ve ihtiyaç karşılayan maddeler tesadüfen olduğu gibi manevi ihtiyaçlarda insanda tesadüfen oluştu ve din uyduruldu. Fakat elimizdeki delillere göre görünen o ki; sadece yeme içme arzumuz olduğu için istediğimiz arzuladığımız şekilde yiyecekler olmadığı gibi sırf Allah’ı arzuladığımız için (sadece hayalimizde) Allah yoktur, O gerçekten vardır.
KAYNAKLAR:
Dr. F. Bozer, Dr. M. Yıldız, Jeo. Müh. İ. İnal, Astr. T.Yılmaz- Evrim Anaformu ve Gerçek
Lise Biyoloji ders kitapları
Caner Taslaman- Allah, Felsefe ve Bilim
Caner Taslaman- Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı
Harun Yahya-Evrimcilere Net Cevap-1-2-3-4- Evrim Aldatmacası- Darwin Yanılgısı- Evrim Açmazı- Yaratılış Atlası
M.Fetullah Gülen-Yaratılış Gerçeği ve Evrim
http://www.sorularlaevrim.com/